28 Şubat 2009 Cumartesi

Anlayan beri gelsin...

Beşiktaş'ın ne oynadığını anlayan beri gelsin, on kişi konuşuyor, onu da ayrı taktik söylüyor... Umut Sarıkaya üsttekini Ergenekon için çizmişti, sanki Denizli'nin Beşiktaş'ına daha uygun gibi...

19 Şubat 2009 Perşembe

"Biz Beşiktaşlıyız"

Beşiktaşlılık ile ilgili okuduğum en iyi yazılardan biri, tıklayın ve okuyun... Ellerine sağlık marmara... Yazının orijinal başlığı yazının içeriğine daha uygun, benim bu posta koyduğum başlık ise yazının her yerinde kulakta yankılanan o iki sözden ibaret...

Fotoğraf da yazı da Şairler Parkı'ndan...

17 Şubat 2009 Salı

İbra Gelenektir vol.3... the end...

Söylenecek bir şey kalmadı... İbra bir Beşiktaş geleneğidir...

Dün Lig Radyo'da özür dileyerek adını hatırlayamadığım bir divan kurulu üyesinin konuşmasına denk geldim. Özünde şunu söyledi: "Beşiktaş'ın sıkıntılarının çözüleceği yer Genel Kurullardır, Beşiktaş'ın iç problemleri mahkeme koridorlarında çözülemez." Ne kadar güzel ve kulüpçülük için ne kadar doğru bir yaklaşım değil mi...

Fakat işin öteki yüzü var, ve bu öteki yüz artık beni tiksindiriyor... Nedeni ise, bu kulübün 10 bini aşkın oy vermeye yetkili genel kurul üyesinin sadece bin beşyüz tanesinin Mali Genel Kurul'a katılması... Sahipsizlik artık tahammül edilemeyecek seviyelerde... Bu kulübü kurtaracak, gerçek Beşiktaşlılara emanet edecek birine ihtiyacımız var. Beşiktaş'ın kurtuluşu 100,000 üyeden geçiyor, bunu görüyorum... İndirin 250 Milyona bu kulübe üye olma bedelini ve kurtarın Beşiktaş'ı... Ben Beşiktaş taraftarı olarak bu yönetimi ibra eden o altıyüz kişiyi ibra etmiyorum. Dahası bu genel kurula katılmayan 9000 kişiyi Beşiktaş'ın göreceği her günden mesul tutuyorum... Yazıklar olsun... Bu mudur Beşiktaş'ın geleceğini, varlıklarını ve değerini koruyacak olan Genel Kurul?

Korner atmaya mecali kalmayan Tello...

Daha önce Çapkın Delikanlı Tello başlığıyla eşi Kanada'dayken "Türk genci tanışmak ister" misali piyasa yapan, alemlere akan Tello'yu anlatmıştım... Öncelikle, bu kadar gece hayatına düşkün, biraz bizden olan Güney Amerikalı genç arkadaşların İstanbul'da, Anadolu'dan çıkıp Hülya Avşar'ın kucağına düşmüş Tanju Çolak misali şaşkına döndüklerini düşünüyorum... Hele Bobo, Alex ya da Nobre gibi sıkı bir aile hayatına sahip değillerse...

Tello'nun en büyük problemi bu mudur bilemem tabii... Bana kalacak olsa zaten değil... Evet futbolcu disiplinli bir hayat sahibi olmalı, ama bu "dışarı çıkıp gençliğinin ve parasının tadını çıkarmayacak" anlamına gelmemeli, gelemez... Tello hayata dair disiplin sahibi bir insan olmasaydı, zaten bugünkü futboluna, bugün kazandığı paralara, Şili Milli Takımı kadrosuna falan da gelemezdi...

Tello'nun problemi takımda alacağı rol ya da roller... Tello gibi tabiri caizse sefa pezevengi futbolculara takımın bütün ofansif ve/veya defansif yükünü verirseniz, karşılığında alacağınız şey her koşulda değişken bir çıktı olur... Yani bir gün size maç kazandırır, bir gün rakibin canına okur, bir gün çıkar iki gol atar, ama kalan on gün sizi hayattan bezdirir, her maça iki gol sıkıştıracağını düşünüp önüne gelen topla kaleye gitmeye çalışır, şut atar, vs... Bu kadar kritik bir rolü dünyada verebileceğiniz futbolcu kalmadı artık... Örneğin Gerrard bile bu yükü dağıtan bir takımda oynuyor, bütün muhteşem lider özelliklerine rağmen!

Beşiktaş'ın teknik direktörü ve eski teknik direktörü maalesef Tello konusunda kararsız kalmakta son derece kararlılar... Sezon başlarında aslan kesilen bu adam, "maden bulmuş defineci" yaklaşımındaki teknik direktörler yüzünden her gün daha bitik, her gün daha yorgun ve her gün daha bezgin görünüyor sahada... Üstelik, sezon başlarında az inisiyatif verilen ve olağanüstü oynayan bu adam, takımda ön plana çıkıp, liderlik yapmaya başladığında oluyor bunlar hep... Antalya maçında soldan kullandığı korner karşı tarafta kornere gidince üzülüp, kafasını öne eğen ve oraya zorla giden adamdan bahsediyoruz... Yok mudur koca Beşiktaş'ın ikinci bir kornercisi?

Koca Beşiktaş en çok korner attığı sezon olan 2008-2009 sezonunda iki korner golü bulmuş... Tello'nun başına gelenin özeti budur... Bu adamı sahanın içinde disiplinli olacağı bir pozisyona vermezseniz, isterse beş yüz korner atsın, hepsini ancak ön direğe kesecek mecali var Şili'linin... Ben çok sıkıldım Tello'yu önce sağ kanatta, ardından sol kanatta, sonra tekrar sağda sürekli kötü top kullanırken görmekten... Biri çıksın, kurtarsın bizi bu eziyetten...

Beşiktaş:1

Maçın özeti skorda ev sahibi lehine yazan skordan ibaret maalesef... Seneler sonra geri dönüp baktığımızda göreceğimiz de bu... Beşiktaş sadece 1 gol attı ve 1 tane yedi... Sadece 1 puan aldı... Şampiyonluğu bu beraberlikle bir kez daha kaybetti...

Bu kadar az gol üretebilmenin sebebi ortak bir akıl yürütememek... Beni tribünde kendimden geçiren, inanılmaz baskılı futbolun sebebi ise Cisse-Ernst-Sivok üçlüsünün müthiş pozitif futbolu... Üç tane akıllı defansif oyuncunuz varsa, maçı rakip sahaya yıkmanız işte bu kadar kolay... Üstelik rakip çift forvetli, eksiksiz Trabzonspor olsa bile...

Cisse maç içinde bir ara konsantrasyon kaybı yaşadıysa da, kendisinin yerine düşünülen Ernst ile birlikte mükemmel bir orta saha yardımlaşması yarattı... Yazık ki bu ikilinin önünde artık formu yerlerde sürünen, aklını oyuna nedense veremeyen Tello, güvensiz Yusuf, yorumsuz Serdar Özkan başladı maça... Bu üçlüden, hadi Serdar'dan vazgeçtik, bu ikiliden biri biraz daha oyunun içine girebilseydi, ilk yarı çok enteresan bir skorla bitebilirdi...

Öte yandan, Sivok'u pas geçen o inanılmaz ara pas için Cale'ye söyleyecek şey bulamıyorum. Trabzonspor iyi bir golü ancak böyle bir pas ve böyle bir fırsatçılıkla atabilirdi... Bir türlü beğenemediğim Gökhan Ünal, takımının tek gol vuruşu şansını resimde görülen konsantrasyon seviyesiyle isabetli kullanınca işler Trabzonspor lehine dönmeye başladı... Ancak ikinci yarıda Song sürekli Bobo'ya top kullandırmaya başlayınca, yorulduklarını ve golün geleceğini hissettik... Bobo bu topları biraz daha pozitif kullansa, ya da Delgado ve Tello bu topları alıp kendileri kullansa, bugün çok tatmin edici bir galibiyetten bahsedebilecektik...

Neticede, müthiş bir tempoda oynanan maça akılsızca harcanan onlarca duran top ve daracık alanda onlarca pozisyon yaratabilecek fırsatlar damga vurdu... Böyle baskılı oynanan maçlarda son vuruşlardaki beceriksizlik konuşulur olmalıyken, biz hep son vuruşa hazırlanacak son pasın beceriksizliğini konuştuk... Nitekim gömüldükçe gömülen, Nobre'ye mi Bobo'ya mı baksın şaşıran Trabzonspor savunmasına üç ya da dörtten fazla zorlayıcı orta atamadı Beşiktaş hücumcu orta sahaları...

Değişen bir şey yok, 15 Şubat saat 18.59'da şampiyonluk konuşamıyorduk; 20.55'de de konuşamaz kaldık... Bu takımın bu sene sonuna kadar iyi maçlar çıkarmaya namzet olduğu bir gerçek, ancak Denizli'nin mentalitesiyle Beşiktaş'ın bir yere gidemeyeceği de bir o kadar aşikar...

8 Şubat 2009 Pazar

Wishful Thinking...

Bunun tam açıklaması bu, evet... Şampiyonluğu kazanacağını düşünmek, istemek ve en sonunda ise inanmak sadece bununla açıklanabilir: "Wishful Thinking" (düşünceyi istekler doğrultusunda şekillendirmek)... Ecnebilerin güzel söz gruplarından... Bizde buna benzeyen temenni etmek var, ama o kendisini keskin şekilde ayırıyor bundan tabii...

Örneğin, derseniz ki bu sene %40 zam alacağım, o yüzden gideyim şunu şunu yapayım; bu muhtemelen "Wishful Thinking" dediğimiz kavrama tekabülk edecektir... Nitekim Türkiye şartlarında %40 zam almak herkesin başına gelen bir durum değil! Hayata dair planlarınızı bu doğrultuda yapmaya başladığınız noktada siz kendinizi "whishful thinking"e kaptırdınız demektir... Temenni etmek ise ihtimallerin tam olarak farkında olunan noktadadır... %40 zam almanı temenni ediyorum dediğinizde, bilirsiniz ki bu iş zor... Aynı şekilde, takımınız üç pas yapmaktan acizken, herkesi eze eze şampiyon olacağınızı düşünüyorsanız, yine aynı noktadasınız demektir... Bunu da en iyi açıklayacak şey "Wishful Thinking"... Tabii bu olmadan hayat yaşanılır bir yer olmaktan çıkar, düşünsenize, her şeye objektif ya da karamsar baksanız, nasıl aşık olur, nasıl inatçı şekilde mutluluğu kovalar ve nasıl olur da yaşamaya devam edebilirsiniz?

Neyse konumuz Beşiktaş... Ve ben kendi adıma Beşiktaş adına olumlu şekilde düşünme yetimi kaybetmeye başlıyorum, artık olumlu düşüncelerden geçtim, Beşiktaş ile ilgili hayal bile kuramıyorum... Şu anda tek isteğim, kupada Fenerbahçe'yle eşleşip, içerde ve dışarda gerçek anlamda bir heyecan yaşayarak sezonu kapatmak... Çünkü sezonun son kilometrelerine sarkmış derbilere heyecan ve iddia taşıyabileceğimize inanmıyorum, dahası örneğin Fenerbahçe'nin de o maça Şampiyonluk iddiasıyla çıkacağını düşünmüyorum... O tatsız maçlardansa, keyifli bir kupa eşleşmesiyle yürümek, ona bel bağlamak bugün Denizli'ye ve Demirören'e nasıl daha çekici geliyorsa, bana da o kadar çekici geliyor...

Ya tamam ya devam maçı...

Basının en sevdiği klişe başlıklardan biridir: "Ya Tamam Ya Devam Maçı"... O yüzden şu an Beşiktaş'ın durumunu anlatmakta kullanılabilecek en doğru yol bu meşhur klişeyi kullanmak...

Beşiktaş Mustafa Denizli'yle yedinci veya sekizinci defa "ya tamam ya devam maçı"na çıkıyor... Bu iş ligin bu kadar erken haftalarında karşınıza çıkıyorsa, büyük sıkıntınız var demektir... Mümkün mertebe spor sayfası okumaktan kaçındığımdan, gazetelerin saçmalıklarını spor sitelerinden gözüme çarptığı ölçüde takip ediyorum... Son bomba "2009'a süper başlayan Beşiktaş"tı... Kimleri yenmiş Beşiktaş bakalım;

- Yorgunluktan ayakta duramayan Werder Bremen
- Gaziantep BB
- Mucize bir Gaziantepsor galibiyeti
- Denizlispor
- Sezonun garibanı Antalyaspor
- Antalyaspor
- Antalyaspor

Sanırım bu maçların üçünü stadyumda takip edebildim... Sık sık yaptığım bir iştir, üst üste kaç pas yapabildiğimizi sayarım... Örneğin, ligdeki Antalyaspor maçında, benim yakalayabildiğim üst üste beş pas sadece bir defa söz konusu oldu... İşin komik tarafı, bu beş pasın aktörü sadece iki futbolcuydu... Yani şu an televizyonda izlediğim Tottenham Arsenal maçında üst üste yirmi pas yapıp atağa kalkan futbol takımlarının yanında, abartmıyorum, dört pas yapamayan bir takımdan bahsediyoruz... PES, FIFA oynarken bile bilirsiniz ki, iki üç kere pas yaparsanız sahaya yayılırsınız, daha geniş alan kullanabilirsiniz, en önemlisi rakibi üzerinize çeker ve pozisyon bulmaya başlarsınız... Bu takıma monte edilmeye çalışılan Ernst ve gariban Sivok orta sahada kaç kere kendilerini Gökhan Zan ve Zapo'ya gösterebildiler? Daha önemlisi, hala savunmanızda topu dan dun vuran Gökhan Zan'la oynarsanız, nasıl ileri adım atabilirsiniz?

Bu takımın reçetesi, Ertuğrul Sağlam'ın 2007 ve 2008 yıllarında Eylül sonuna kadar oynattığı futbolda gizli... Kendisine ihanet etmeseydi, şu anda şampiyonluk yarışındaki bir Beşiktaş'tan bahsediyor olacaktık... Sol bekte oynamak zorunda olan şımarık Tello, göbekte bu işi en iyi yapan Sivok Zapo olmadan Beşiktaş'ın oynadığına futbol demek imkansız... İki yıldır muhtemelen kaprislerine katlanamayarak Tello'yu ekonomik kullanamadığı bitik enerjisiyle serbest orta saha rolünde oynatmak futbol cinayetidir... Göbekte işleyen sistemden vazgeçip, Sivok'u orta sahaya kaydırmak ancak Zihni Sinir'e yakışacak bir harekettir... Üstelik artık elinde sadece Uğur değil, Ernst de varken... Sonra tabii ki savunmadan çıkamayan toplardan, olmayan akınlardan, "bloklar arası kopukluk"tan bahsederiz... Futbol düşünüldüğü kadar komplex bir oyun değildir...

5 Şubat 2009 Perşembe

The Curious Case of Benjamin Button

Bir haftada üç kere Antalyaspor fazla geleceğinden, belki de mide bulandıracağından, Erkan Zengin'i ilk kez görecek olma ihtimaline rağmen, maçtan vazgeçip, cazip bir teklif olan The Curious Case of Benjamin Button (TCCOBB)'ın özel gösterimine gidiverdik... İyi ki de öyle yapmışız diyecektim... Gel gör ki, Fabian ilk maçına çıkıvermiş İnönü'de... Spor haberlerini sıkı takip etmemenin, bloglara kaptırmanın cezası kesiliverdi böylece...

Film şahane, diyalogları, Forrest Gump'ı anımsatan sahneleri ve "herşeyden biraz olsun"u kotarabilmiş yönetmeniyle mükemmel bir eğlencelik... Beşiktaş'a değişilir mi? Elbette hayır, biz Antalyaspor'a değiştik diyelim... Şimdi gidip Fabian'ı çıplak gözle izleyenleri bulup okuma zamanı...

3 Şubat 2009 Salı

James Troisi

Memleket dışındaydık, sonra araya iş güç girdi, bu adam hakkında iki şey karalayamadık! James Troisi, Eylül'den beri bu memlekette top tepiyor... Newcastle'dan geldiğinden başka bir şeyini bilmediğimden ve Alman Ligi, Premier League diye kanal kanal gezdiğimden olsa gerek gözüme çarpmamıştı, ta ki herkesin gözüne 200 km ile çarptığı Kayserispor maçına kadar...

Tek cümleyle anlatmak lazım, özetlerde izlediğim adam her 90 dakikasını heyecanla beklediğimiz ve hayırlısıyla artık Arsenal'de izleyeceğimiz Arshavin'i hatırlattı bana... Rus ligi bittiğinden, Arshavin'siz kalmıştık, belki Troisi bizi doyuruverir... Üç ayda bir kere gözümüze çarptığına göre, ya uyum sorunu yaşadı ya da istikrarsız... Problemi (hala mevcutsa) ne olursa olsun heyecanla içeride oynayacağımız Gençlerbirliği maçında çıplak gözle izlemeyi bekliyoruz...

Nobre, Nobre Nobre...

Bu tezahüratı hiç sevmedim ama daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu işte... Sanki biraz geçiştirmelik... Zamanında daha iyisini karşı tarafın tribünleri yazmıştı bu adam için... O yüzden bir garip zaten... Bobo, Delgado ya da Tello'ya atfedilen tezahüratların yanında epey düşük profilde ve coşkusuz...

Konu tezahürat değil, şimdilik... Konunun başı yukarıdaki resim... Bu resim Nobre sevgimi anlatmaya yetiyor heralde... Taraftarın Pazar akşamı yediğimiz ilk pozisyonda futbolcuların yüzüne bakınca gördüğü o şaşkınlığa isyanı bu sevgi... Seneler önce Toshack Beşiktaş'ı bırakıp (çok şükür ki) Real Madrid'e gittiğinde ve tabii ki Real Madrid'i de çökerttiğinde "Futbolcularım sahada kafası kesik tavuklar gibi, ne yaptıklarını bilmeden koşturuyorlar" demişti... Beşiktaş futbol takımı da bu tanımlamayı sonuna kadar hak ediyordu işte...

Nobre'yi farklı kılan ise, hep doğru şeyleri yapmaya çalışması... Doğru yere gidip topu indirmesi, doğru yerde topla buluşması, en yakındaki arkadaşına pasını vermesi... Nitekim kimse ondan Pascal gibi 70 metrelik bir pasla Münch'ü kaleciyle karşı karşıya bırakacak bir süperstar olmasını istemiyor... Ve tabii ki, bitmek bilmeyen enerjisiyle Rafael Nadal usulü pes etmezliği... Taraftar da onu on haftalık gol orucunda (ah Fotomaç) bu yüzden bağrına bastı işte...

Sonuçta geldiğimiz yer ise Pazar günü... Nobre, kendisine bu vasat-altı tezahüratla, ama gür sesle seslenen Beşiktaşlılara sırtını döndü ve kulübesine gitti... Sahada iyi bir golcü varken bir başkasını sahaya istemek ne kadar riskli bir hareket görmüş olduk böylece... Bobo'yu zaten kaybederken, Nobre'yi de taraftar aracılığıyla kaybetmek... Sakın bu bir vedaya dönüşmesin?

Holosko geldiğinden beri, hepsini ayrı ayrı, ve hepsini aynı şekilde sevdiğimden olsa gerek her maça, hangisi yedekse, ona üzülerek başlıyorum... Şu yazıya bile yansıyan kafa karışıklığını bu ruh hali açıklayabilir sanırım...