20 Haziran 2008 Cuma

Yarı Final ve Final...

Yarı Final ve Final oynayacak takımlar herkesin kafasında şekillendi... Sürprizin en az beklendiği maç, sürprizlerin takımı Türkiye'mizin maçı... Yarı Final'in İsviçre bacağını kime sorsanız, Almanya-Hırvatistan maçını anlatmaya başlıyor... Karşı tarafta ise işler daha karışık, ama gönülden geçen takımlar belli gibi... İspanya Hollanda eşleşmesi sanırım epey yakışacak yarı finale... Arshavin'in şovuyla süslü grup finalinde Rusya çok etkileyiciydi elbette... Bir de İtalyanlar kötü gruplar sonrası hep finale yürür meselesi var tabii... İkisi de çarpıcı, ama Hollanda 20 yıldır, İspanya neredeyse 100 yıldır bu anı bekliyor... Onları döndürmek zor gibi...

Final için benim favorim Hırvatistan - İspanya eşleşmesi, plase ise Almanya - Hollanda...

Acil alınık 96 model Rüştü...

Rüştü denildiğinde aklımda üç sahne canlanıyor bugünlerde... Birincisi bir Trabzonspor maçı... O maç her Trabzonsporlu'nun kafasında çiviyle kazılı olduğundan, Hami'nin inanılmaz şutunu ve Rüştü'nün şampiyonluk getiren isyanını benden çok daha iyi hatırlayacak milyonlar vardır sanırım... İkincisi 4-3 Beşiktaş galibiyetiyle biten ve karşı kalede Rumen Pancu'nun olduğu maçta uzaktan gelen şutlara karşı olan ve günden güne gelişerek büyüyen zaafını sergileyen halı pozisyonunda yere seriliş anlarıdır... Sonuncu sahne ise bu sene içinde Porto'ya karşı kazanılması gereken bir maça yaptığı harika başlangıç ve ardından ofsayt tutkusuyla yediği o malum goldür...

20 Haziran 2008, Türk futbolunda yeni bir dönüm noktası olabilir... 2010'da Afrika'nın güneyine doğru yol alınabilecekse eğer, belki de müthiş bir patlamayı getirebilir Anadolu'ya, futbolun çorak topraklarına... İlginç olan ise, bu kırılma anının bundan 12 yıl, 8 yıl, ya da 6 yıl önce olduğu gibi, yine Rüştü Reçber'in ellerine bakması...

Benim izlediğim Hırvatistan'la oynayacaksak eğer, bugün Porto ya da Beşiktaş karşısında hatırladığım Rüştü'yle tarihi bir hezimet yaşayabiliriz, yazık ki... Sanırım medyamız hiç izlememiş bu Hırvatistan denen takımı... İngiltere'yi Wembley'de paramparça eden, uzaktan yakından dinlemeyen, Çorluka'sından Modric'ine, Petric'ine harika bir takımla oynuyoruz bu akşam... Oysa gazeteleri okusanız, neredeyse Almanya çıkmadı Hırvatlar çıktı diye göbek atacak medyamız... Oysa Almanya ister istemez daha ağır gelişen temposuyla ele avuca sığdırabileceğiniz, kontrol edebileceğiniz bir rakipti... Oysa Hırvatistan'ın set hücumuna yerleştiği bir onbeş dakikada üzerimize Basel'dekini andıran bir yağmur gibi geleceğini düşünüyorum... Onun ötesinde, hızlı kanat bindirmeleri ile Almanya'ya sol bek değiştirtmiş, illallah dedirtmiş ve iki golle uğurlamış bir takımdan bahsediyoruz... Şaka gibi ama Trabzon'dan 1996'nın Rüştü'sünü transfer edip, bu maça koymak zorundayız bu akşam... Çünkü eğer bir mucize olmazsa, kalemize yakın mesafeden gelecek şut sayısı en az 10 olacak... Üzerine düşünmek bile istemediğim Gökhan Zan - Emre Aşık ikilisinin yaratacağı güvensizlik, Aceto'nun dediği gibi, maçtan 1 saat önce mekana ulaşmayı ve üç duble rakıyı önden devirmeyi zorunlu kılıyor... Yoksa bu maç bitmez...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Kahramanlar...

Bu da maçın fotoğrafı olsa gerek... Yanına Hamit'i de koyabilsek keşke...

Mucize...

Tarihi yazan goller birbirine benziyor... Arda'nın İsviçre'ye attığı gol, Boliç'in Manchester'a attığı golü anımsatmıştı... Nihat ise bu golle Neuchatel'i yıkan Tanju'yu anımsattı... Muhteşem bir zafer, tarifsiz bir keyif...

Biletler 500 euro civarında karaborsada... Uygun bir şeyler bulursak, ver elini Viyana geliyorum...

12 Haziran 2008 Perşembe

Aklın yolu bir...

Üç gün önce herkesin aklındakini yazmıştım buraya; biz buralardan nasıl oluyorsa her defasında işleri tersine çevirebiliyoruz diye... Yine oldu, çevirdik... Nasıl çevirdiğimiz konusunda herkes hemfikir, ne de olsa aklın yolu bir....

İlk yarıda takım ne yapmaya çalıştığının biraz daha farkında başladı maça... Rakip takımda belalılarımız Frei ve Streller'ın oynamıyor olması kaderin bize gülümsemesinden başka bir şey değildi. Aynı şekilde, bizim de Gökdeniz ve Tümer seçimlerimiz son iki maçına çıkan Kuhn'a Terim'in kıyağıydı elbette... On dakika oyun bize baktıktan sonra yağmurla beraber modern futbol dizilişine ve fizik gücü üstün oyunculara sahip İsviçre oyunun hakimiyetini ele geçirdi... Maçın sonuna kadar da, doğru onbirle oynadığımız dakikalar haricinde oyunun hakimi İsviçre'ydi...

İkinci yarıda oyunda hiç olmayan Gökdeniz ve Tümer'in çıkmasıyla futbol oynamaya başladık. Aklın yolu bir herkes aynı hikayeyi anlatıyor zaten, bu 23 kişiden çıkacak en mantıklı onbir - sağ bek tercihi tartışılır - buydu. Hangi kanalı açsanız bunu anlatan adamların varlığı, dünyanın bir ucundaki arkadaşınızın Semih de Arda da oynamalı" beyanatı, TV başında herkesin Gökdeniz ve Tümer'in varlığına karşı duyduğu şaşkınlık bunu anlatmak için yeterli olmalı...

Maçın sonu, golün gelişimiyle birlikte ister istemez Fenerbahçe'nin Manchester United deplasmanındaki unutulmaz golünü hatırlattı bana... Boliç'in soldan vurduğu o topun savunmaya çarpıp kaleciyi aşıp gol olması eminim pek çok insanın aklından film şeridi gibi geçiverdi bu golü izlerken... 2002'de İlhan Mansız Senegal'in kalesini vurduğundan beri memleket olarak bir gole sevinemiyorduk... O gün Beyoğlu'nda North Shields'da son biramızı içerken gelen golün ardından çıkan sesi hiç unutmadım... Bir de 4-3'lük Beşiktaş Fener maçına bilet bulamayıp, Beer City'de maçı izlerken, Koray'ın golü sonrası semtten çıkan ses vardı tabii... Yanlarına Arda'nın attığı gol sonrası Beşiktaş'ın sessiz bir sokağından çıkan sesi keyifle yazıyorum hafızama... UEFA.com İsviçre'li ağlayan çocuğun hüzünlü resmini kullanmış maç arkası yazısında, İsviçre'ye neredeyse şövalye sıfatını verirken... Bir parça demagoji onların da hakkı olsun...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Arthur Antonios Coimbra Zico...

Bir beyefendi... Çalıştığı klübün pek çok değerine antipati besleyen rakip taraftarlar için bile fazlasıyla sempatik bir adam... Türkiye'nin gerçeklerine dayanamadı ve gidiyor...

Euro 2008 telaşından mıdır, yoksa basının hakikatten Aziz Yıldırım'la haşır neşir olmasından mı bilinmez, sorgulanmadan gönderiliyor Zico. Geldiği ilk yılda, nisbeten daha farklı bir takımın temel özelliklerine fazla dokunmadan motivasyonu üst düzeyde tutarak ve Türkiye'nin en derli toplu futbolunu oynatarak şampiyon yaptı Fenerbahçe'yi... O zaman "otoriteler" Avrupa başarısızlığını yediremediler Fenerbahçe'ye, ve postalamaya çalıştılar Zico'yu...

Ertesi yıl, bu kez Avrupa'da çoğu kimsenin rüyasında bile göremediği bir yere geldi Fenerbahçe... Başta, rakip bir taraftar olarak benim de hazmedemediğim bu başarı, oturup düşünüldüğünde modern futbolda ne varsa yapılarak kazanılmıştı... Bu takımı böyle oynatan Zico, ligdeki başarısızlığın da tek sorumlusu olarak gösterildi... Oysa sezon başında herkes Ümit Özat, Tuncay Şanlı ve hatta Rüştü transferlerinin Fenerbahçe Futbol Takımı'nın aidiyet hissini azaltacağının farkındaydı. Ve sanırım bu transferlerin tek sorumlusu da Zico değildi...

Neticede istenilen oldu. Lig başarısızlığının tek sorumlusu takımı "konsantrasyon eksikliği" problemiyle tanıştıran Zico addedildi... Kurulan takımın yapısı, futbolcuların mental özellikleri, Brezilya ekolünün getirileri gibi faktörlerin etkileri hep gözardı edildi. Özellikle Alex'siz tamamen silik ve üretkenlikten uzak bir takım kimliğine bürünen Fenerbahçe için fazla iddialı oldu bu...

Galatasaray'a baktığımda kazanma tutkusunu, Beşiktaş'a baktığımda düzensizliğin ve olmazlığın içinde büyük kalma güdüsünü ve boğazın karşı yakasında adını yeterince büyütmüş, ve biraz da doymuş transferlerin başarıya mecbur camiayla olan dansını görüyorum bugünlerde... Burdan bakınca, orta halli aç bir teknik direktöre doğru yabancılarla monte edilecek Fenerbahçe'nin yürüyeceği yol çok net görünüyor... Ama enteresan olan, bu camianın kaostan çıkmaya karşı alerjisi olması... Yönetim istikrarıyla Türkiye'de düzenli başarıyı yakaladılar, kadro ve teknik adam istikrarıyla gidecekleri yerin farkında olmamaları ise onlar adına şanssızlık...

Yine de bu beyefendinin Fenerbahçe gollerinde ellerini yumruk yaparak yukarı kaldırışını unutmak zor olacak... Teknik direktör detoksu yaşattığı bu iki yıl için Zico'ya saygılarla...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gökhan Zan...

Gökhan Zan hakkında yazılacak çok şey var elbette... Medya kendisine Cam Adam demeden çok uzun zaman önce, ikinci defa kendini sakatladığı gün tribünde hep beraber bu ismi takmıştık kendisine... Bel bağlamaya çok elverişli zamanlarımızdı, sahada gördüğümüz futbolcuların isimlerini teker teker sayıp, Beşiktaşlıların moralini yeniden bozmaya gerek yok...

Hep aklımda o sahneler var, ister istemez... Müthiş müdaheleler, adam geçirmeyen, kendine güvenen Gökhan Zan... Sonra göbeğe doğru şişirilen bir top, Koray ve Gökhan'ın beraber kafaya çıkışı ve Gökhan'ın bitmek bilmeyen sakatlıklarının başlangıç hikayesi... Sonraki biraz trajikomik... Sağ kanada gelen top, bıraksa en fazla rakibin sahip olacağı, ancak iki hamlede topu kolayca geri alabileceği bir pozisyon... Gökhan Zan uçarak geliyor ve kollarının üzerine düşüyor... Sonraki sahne yukarda...

Olmadı, iyileşemedi... İyileşmek bir kenara, kafa yapısı olarak onlarca adım geri gitti bu dev adam... Bundan da acısı, Beşiktaş her sezon belini ona bağladı... O sezonun yarısını sakat geçirdi, oynamayınca Beşiktaş da kaybetti... Yine sakatlandı, yine, yine...

Şu an Gökhan Zan kendisini Terry'nin ya da Rio Ferdinand'ın klasmanında görüyor, biliyorum... Konuşsanız, on dakika sohbet etseniz, kibirin o dayanılmaz keyfi dökülüverecek dudaklarından...
Üstelik şunu da ekleyecek, "onlar İsviçre'de yok, ben buradayım"... Doğru ya, şimdi orada da yoksun... İnönü'de de olma Gökhan Zan... Bu adamın üzerine plan yapanın duvara toslayacağını Maraton izleyip, göbeğini kaşımaktan başka aktivitesi olmayan adam da biliyordu elbet... Bir tek Terim bilemedi... Şimdi o da öğrenmiştir...

Hezimet ve yenilgi arasındaki ince çizgi...


Portekiz karşısında ne oynadık diye konuşuyor bütün Türkiye günlerdir... Futbolla ilişkimiz iki buçuk kulübün daracık perspektifteki saha performansından ve gösterişli medya sağanağından ibaret olduğundan algılayamaz hale gelmişiz sahada neler olup bittiğini...

Dört maçı izledikten sonra şunu söylemek lazım... İzlediğim maçlar içerisinde aklımda kalan en uzun sprint, yediğimiz ikinci golde Ronaldo'nun müthiş süratiyle süslediği pozisyona aitti... Topçularımızın Antalya'da, bizim evlerimizde kupaya hazırlandığımız gibi Playstation'a özgü 50 metrelik sprintlerin ruhuna fatiha... Topla beş metre koşar koşmaz sert bir duvara çarpan, ancak duvara çarptığında ne yapacağını iyi çalışmış yedi takım vardı sahada... Sadece Polonya rakibine diş geçiremedi, diğer altı takım sınırlarını sonuna kadar zorladı ve olağanüstü bir mücadele koydu sahaya...

Bizim takımımız bunun tam anlamıyla istisnasıydı... Biz de duvara çarptık... Sevemediğimiz Deco'nun yokluğunda Barcelona'nın çektiklerini anlamak adına önemli bir maç izledik... Deco öncülüğünde muhteşem şekilde parsellediler bütün orta sahayı...

Dönelim bize bakalım... Bütün dünya şunu gördü, bu uğurda Ronaldinho'lar kadro dışı kaldı, Messi'ler, Ronaldo'lar şekil değiştirdi... Dedi ki dünya futbolu, orta saha oyuncunuz gönülden koşacak... Kaygıları olacak, arkasında iki pasla oyun çeviren adamlara müsaade etmeyecek...

Biz ise Orta saha denilen bölgeyi teorik olarak bir kişiden yoksun bıraktık bu maçta... Colin Kazım'ı artık birileri açıklasın lütfen... Süper yorumcularımızın yaptığı gibi, Kazım'ın iyi oynadığını söylemek Harlem'in NBA şampiyonu olacağını iddia etmekle aynı şey... Bir futbolcu adam eksiltebilir, çalım atabilir, dolayısıyla televizyondaki seyirciyi yanıltabilir... Ancak iyi oynamak demek takımının hedeflerine katkıda bulunan pozitif futbol oynamakla eşdeğerdir... Kazım'ın yaptıklarının hangisi takıma faydalı olmuş? Orta sahada Emre ve Aurelio can havliyle adam kovalarken Kazım ne yapmış birilerinin bunu izah etmesi lazım...

Tuncay konusu ise daha farklı... Bu çocuğun iki türlü handikapı var... Birincisi, fizik olarak yüzde yüz hazır değilse oynamıyor... Orta sahada oynayan adamınız Tuncay ise, sonuna kadar faydalanmak zorundasınız, ve dolayısıyla yüzde yüz hazır tutmalısınız... Hazır olmadığında ve buna bağlı olarak iyi oynayamadığında da morali bozuluyor... Bu kısır döngü de bitiriyor Tuncay'ı... Kazım kararı ne kadar yanlışsa, Mehmet Topuz'un kafadan alınmadığı kadroda Tuncay'ı ilk onbire direk yazmak o kadar doğru bir karar... Çünkü başka böyle futbolcunuz yok... Ama Tuncay hazır değilse, bu iş olmaz... Orta sahada kart görme pahasına adam kovalamayan Tuncay'la kazanamazsınız...

Nihat'ın yalnızlığı, Gökhan Zan hatası, Mevlüt fiyaskosu gibi onlarca konuyu uzun uzun anlatmanın alemi yok... Neticede biz kaybetmedik, hezimete uğradık... Alenen morallerimizi bozan, herşeyi bitirme noktasına getiren berbat bir maç oynadık... Senelerdir gelenektir, Türk Milli Takımı böyle noktalardan zorlanmadan toparlayabilen bir takım haline geldi, bu gerçek. Hatta iddia ediyorum, bu takım Portekiz maçına hedef maç olarak dahi bakmadı, bakamaz zaten başınızdaki hoca Terim, nüfus kağıdınızdaki ibare T.C. olduğu sürece... Tek ümidimiz, pembe senaryolarımızın tek dayanağı bu geriden gelme teranesi zaten... Ama hani olur da İsviçre'yi "bu zor günlerimizde" yenemezsek, bu hikaye uzun yıllar toparlayamayacak gibi... Orda da Frei konusu var zaten, ayrıca konuşulmalı...