22 Ağustos 2009 Cumartesi

Aurelio'yu İstemiyorum

Beşiktaş yönetimi büyük hatalar yaptı son on üç yılda... Seba'dan tutun, Serdar Bilgili'ye, teknik direktörlerine ve tabii ki Demirören'e varana kadar çok büyük hatalara imza atıldı. Ancak, her defasında kızdıysak da, üzüldüysek de sineye çektik. Çekebilirdik, nitekim Okan Buruk'tan Mert Nobre'ye, Rüştü Reçber'den Yusuf Şimşek'e hepsinin bir kabul edilebilirliği vardı. Rüştü'yü sevmiyorum diyen kaç sporsever vardı Beşiktaş'a gelirken? Transferin futbola katkısından bahsetmiyorum, bunu ayıralım. Dünya starı da olabilir, kazma da olabilir, bitik futbolcular da olabilir, bu başka bir şey... Yusuf'u istemiyordum, Fenerbahçe'de ben bu adamı izlediğim için istemiyordum... Ama takıma katkısı olacağını da düşünmüyordum. Yanıldım, defalarca da yazdık yanıldığımızı... Öte taraftan bu adamın benim için ahlaki bir çöküntü yaratacak tarafı yoktu. Sebepsiz, anlamsız bir transfer olarak görüyordum; evet yanıldım ama artık "Profesyonel Futbol"da alıştığımızdan sineye çektim ben de... Şimdi hayranım Yusuf'a, doğruya doğru bu...

Fakat kabul edilemezler var... Olmazsa olmazlar... Beşiktaş formasını Serhat Akın giyemez, giymemeli... Tümer Metin Şampiyonlar Ligi şampiyonu da yapacaksa Beşiktaş'ı istemiyorum ben. Sabri Sarıoğlu evrim geçirip, Messi'ye dönüşse istemem ben onu. Bu adamların ne işi var Beşiktaş'ta değil mi?

Aurelio da benim için budur. Ben üzerine siyahlı beyazlı formayı geçirip, sahaya çıktığı her saniyede gözümün önüne Ali Koç'u, boyalı basını, Aziz Yıldırım'ı, otopark kabadayılarını getirecek adamı istemiyorum. İstemiyorum kardeşim, orta sahada iki yönlü oynayacakmış; lanet olsun onun iki yönüne de, oynatın Necip'i; sanki şampiyon olunca başımız göğe mi erdi? Orta sahadaki ekstra Türk alternatif, Beşiktaş'ı Şampiyonlar Ligi şampiyonu mu yapacak? İstemiyorum, iki-üç tane dal kaldı tutunacak; onları da koparıp atmayın Beşiktaş'tan...

Beşiktaş'a transfer edileceğine inanmıyorum... Muhtemelen Galatasaray -ki bence ihtiyaçları da var- daha pozitif davranıp alacaktır Aurelio'yu... Hani olur da, aksi olursa bu yazı bir kenarda dursun... Benim tribünümün bu adamı kabulleneceğine inanmıyorum, o da ayrı konu. Ha oldu kabullendi, artık bize Kapalı'yı karşı taraftan izlemek düşer o zaman... Gürültü manasızlaşır, tatsızlaşır, her gün bir kaybedilen o gün bin kaybedilir; başka türlü bir Beşiktaşlıya dönüşürüz o durumda...


20 Ağustos 2009 Perşembe

Kaş Dönüyor...

Kulübün kenarında köşesinde Sinan Engin olmadığına göre, bence Kaş'ın dönüşü olumludur... Türk rotasyonundaki zorluklara, kart cezalarına panzehir olacaktır... Yedekliği düşünülemez bir adam olmaması da önemli; nitekim ilk onbir çıkacağı maç sayısı Toraman'ın formuna göre 15'i geçmeyebilir...

Benim en çok hoşuma giden ise, sağ bekte de kullanıldığında etkili savunma yapabilecek iki stopere kavuşmamız... İsmail'in solda tam bir hücumbek oynamasının yolunu açacak hamleler bunlar...

Not: Kabullenme sürecini hızlandırmak için en sempatik resmini bulup koydum adamın :)

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Emek Kokan Pankartlar

Bir iki yıldır, isimlerini öğrenemediğim arkadaşların muhteşem, emek dolu pankartlarını hayranlıkla izliyorum. Muhtemelen Forza'da konuşuluyordur, ama üyeliğimi iki sene önce sildikten sonra bir türlü kabul etmediklerinden oradan takip edemedim.

Semtin içinde turlarken de insanı gülümseten bir sürü pankart vardı şampiyonluk sonrasında, hatta tam olarak Şair Nedim'in Nüzhetiye Caddesi'ne dönüştüğü noktada ard arda sıralıydılar. Aynı şekilde Beyoğlu'nda Küçük Beyoğlu'na doğru giderken yine bir sürüsü sıra sıra diziliydi arka arkaya. Helal olsun demek lazım, ozalitlerden çıktığı belli bez parçalarına on basan bir hava yüklüyorlar tribüne... Hele bu sene Şampiyonlar Ligi maçlarından önce iyice forma girmelerini bekliyorum...

Bu maça damga vuran pankartları yukarıda... En masum katil ve 17 Ağustos... Devamı da gelecektir...
Şairler Parkı'nın yine büyük emek döktüğü şahane pankartı da tam bizim koltukların orada, sanki bizim yokluğumuzu hissettirmemek için konulmuştu oraya... Güne de ayrı bir anlam katıyordu tabii; "Yokluğun Cehennemin Öbür Adıdır"...

18 Ağustos 2009 Salı

Alışkanlıklar

Beşiktaş 3. resmi maçını yaptı bugün. Bu maçların sadece birini canlı izleyebildim. Dolayısıyla, takıma hala edindiğim fikirleri teyit edecek kadar hakim olamayacağımı düşünüyorum. TV başında anlayabildiklerimi yazayım...

Bir kere Beşiktaş'ın 4-3-3 oynadığını kaleci vuruşundaki dizilişi ya da santradaki dizilişi görmeden söylemek mümkün. Nedeni basit, gerideki dörtlü, önündeki üçlü ve özellikle de en öndeki üçlü tamamen kopuk oynuyor. Normal bir maçta enerjisinin %30-%40'ını defansif olarak harcayan Nobre, sık sık kanat savunmasında gördüğümüz Holosko bile tamamen kendilerini ileri üçlünün görünmez sınırlarına kilitliyorlar. Bu dizilişe yapılan ilk ihanet budur. Nitekim 4-3-3 kendi dinamikleri gereği oyunu daha kısa bir alanda oynama zorunluluğu getirir ve oynatır da... Şu an bu aşamada değiliz.

Savunma tarafında Beşiktaş'ın derdi yok. Olabilecek tek derdi kart bağımlısı Toraman ve Sivok ikilisinin aynı anda takımda olmaması olabilir. Bunun dışında, Beşiktaş'ın yıllar sonra savunmada kaliteli alternatifleri var. Sol bekte olsun, sağ bekte olsun farklı senaryolara göre dörtlü bir blok kurabiliyorsunuz. Ha bu alternatiflerden biri eğer Ali Zitouni'den korkup İsmail'i kesmekse ben işte orada yokum. İsmail Antalyaspor'a karşı oynamayacaksa kime karşı oynayacak? Ya da Maicon'un domine edeceği sağ kanadın karşısına bu adamı Şampiyonlar Ligi'nde hangi tecrübeyle oynatacaksınız? Eğer oynatmayacaksak, zaten problemimiz daha büyük demektir...

Savunmanın hücuma katkısına baktığımızda ise Erhan'ın uzun pas trafikleri sonunda kanat bindirmesini ve Üzülmez'in Yalçın'dan kafa yediği pozisyondaki çıkışını görüyoruz. Fazlasının olmaması bugün oynadığımız dizilişin inkarıdır. Sanırım bu durumun müsebbibi Fatih Ceylan ve Ali Zitouni'ye karşı alınmış defansif rollerdi. Hatta ilk yarıdaki bir pozisyonda soldan Fink'in İbrahim'e uzun uzun bakışını ve İbrahim'in ileri çıkmaması sonucunda da vazgeçip ortaya dönüşünü görünce Denizli'nin iki bekini de sıkı sıkı tembihlediğini düşünmeye başladım. Neticede, eğer kanat oyuncularınıza 4-3-3 dizilişinde %100 defansif roller biçtiyseniz, maça zaten hücumdan %20 kaybederek başlıyorsunuz...

Orta sahada Fink ve Ernst savunmadan üstte bahsettiğimiz çıkışlar olmayınca, yanlarındaki Tello 60 dakika boyunca savunmadan aldığı ilk topları ısrarla olumsuz kullanınca, hatta ayağından doğrudan rakibe verince standart performanslarıyla oynamalarına rağmen tüm TV programlarında kaçınılmaz şekilde "Düz Oyuncu" olarak nitelendirilmeye başladılar bile... Hatta Rıdvan Dilmen Ernst'i hayatında ilk defa gören bir insanmışçasına yorumlar yaparak bizi şaşırttığı günlerden Bobo'yu naylon olarak nitelendirip, Arsenal'in hücum gücünü zayıf bulduğu günlere, yani özüne dönüş sinyalleri verdi... Oysa ilk yarıda Fink'in kılpayı ofsayta düştüğü pozisyondaki ver kaçını hatırlarsak, ya da Ernst'in top ayağında beklediği ve her defasında kalitesi doğrultusunda en doğru yere kullandığı pasları düşünürsek, bu takımın bir oyun standardına ulaşmak için bu iki adamda sonuna kadar ısrarcı olması gerektiğini görüyoruz... Oyuna sadece Ernst'le başlamış bir Beşiktaş, örneğin Uğur'un daha önce şahit olduğumuz ilk 11 performansıyla ya da Yusuf'un maç başı performansıyla oyunun kontrolünü tamamen Antalyaspor'a bırakabilirdi. Bunu engelleyen faktör orta sahadaki direncin tıpkı savunmadaki gibi üst düzeyde ve rakipten gömlek gömlek üstün olmasıydı.

Tello'ya ayrı bir paragraf açmalı. 60 dakika sadece top kaybederek, yanlış tercihler yaparak saç baş yoldurduğu maçta müthiş son 30 dakika performansıyla Türk Tipi 10 numara mertebesine yükseldiğini artık kanıtladı. Artık rahatça üç maç yatıp, iki maç oynayarak orta sahadaki rolünü devam ettirebilir. Geyiği bir yana bırakırsak, Tello ikinci yarının sonundaki performansıyla ve oyun karakteriyle aslında 4-4-2'nin solunda ne kadar etkili olacağını bir kez daha gösterdi. Orta sahadan rakip kaleye çekilecek düz bir çizgi üzerinde çok iyi dripling yapan Tello daha önce de üstlendiği kanat oyuncusu rolünde de son derece iyi olacaktır, eminim...

Forvette Nihat her gün bir adım ileri gidiyor. Yeterli mi? Tabii ki değil... Eminim benim gibi pek çoğunuz Holosko'ya çıkardığı golle sonuçlanan pozisyonda şut kullanacağını düşünmüşsünüzdür. İşte Nihat'ın en büyük derdi "geri gelen yıldız" olarak kendini yeniden ispat çabası olacak. Bu problemi aştığında, fizik problemlerini aşmasından çok daha fazla yol kat etmiş bir Nihat olacak elbette...

Nobre de Bobo da bugün çok kötülerdi. Bobo solda da ortada da kötüydü, Nobre de oynadığı bölümde alıştığımızın aksine son derece hareketsizdi. Bunların hepsi takımın dizilişine ihanet elbette. Nobre ortada hareketsiz, Bobo solda laf olsun diye oynuyor, Nihat sağda kendini ispat çabasında derken rakip ceza sahası önüne kadar rahat gelen Beşiktaş tam etkili olacağı bölgede bütün etkinliğini kaybediveriyor. Bu durum da ister istemez bir Sergen, bir Yusuf, bir Delgado ve bugün olduğu gibi bir Tello isteği uyandırıyor herkeste... O yüzden 10 numara konuşulup duruyor. Oysa, sıkıntının 10 numara olmadığı o kadar açık ki! Fizik olarak yetersizseniz, mental olarak güçsüz ve odaksızsanız arkanızda 10 numara olarak kim olursa olsun, hatta hadi Deco olsun verimli olamazsınız.

Beşiktaş alışkanlıklarını kırmak zorunda. Sisteminin tıkandığı anda Nobre'ye top şişirmeye başlayan, 10 numaranın çıkıp, mucizelere imza atarak maç kazandırmasına ümit bağlayan bir takım olamazsınız, olmamalısınız. Sergen'in kötü oynadığı ve kariyerinin belki de %70'ini oluşturan maçları hatırlayın, nasıl çekilmez maçlar olduklarını düşünün. Bugün tanımlanan en iyi 10 numara Sergen'den daha iyi mi olacak? Ya da Alex gibi inanılmaz bir istatistik canavarının takımınızda olmasını gerçekten isteyip istemediğinizi düşünün. "Biz futbol oynamayı beceremedik, kurtar bizi 10 numara" mantığından kurtulmak için çok kritik bir eşikteyiz. Takımın kondüsyonu bu maçta olduğu gibi yükselmeye devam ettikçe, Bobo ve Nihat mental problemlerini aştıkça ve sakatlar iyileştikçe daha iyi olacağız. Israrcı olacağımız şey futbol oynamak olsun, bu yeter.

16 Ağustos 2009 Pazar

Bitmeyen Hazırlık Maçları...

Beşiktaş'ın bu sene için en büyük derdi bu... Cezanın en büyük yan etkisi konsantrasyon problemi zaten... Boş tribünlere üç maç, Olimpiyatta 2 maç, içeride seyircisiz bir maç ve sezona ısınmak için gecikmeye başlamış Beşiktaş... Pazartesi akşamı Del Bosque başlangıcı yapmamak için çok önemli...

13 Ağustos 2009 Perşembe

Burak Yılmaz

Son yıllarda yaşadığım en büyük iki hayal kırıklığından biri... Sebebi 20 sene önceden gelme... Çocuk yaşlarımız ama Beşiktaş kalbe nakşolmuş artık, üç kanallı TV'de, ya da herhangi bir yazılı basında Beşiktaş görünce kulaklarımız keskinleşiyor, gözlerimiz kısılıyor ve anlamaya çalışıyoruz... O yıllarda ikinci lig daha havalı tabii... İkinci Lig'de şampiyon takım neredeyse Birinci Lig'deki kadar parlıyor. Şimdiki Bank Asya 1. Lig'in daha takip edileni var, nasıl oluyorsa o enformasyon azlığında... Orada 87-88 sezonunu gol kralı bitiren yıldızın takımı Kahramanmaraşspor Birinci Lig'e yükseliyor ve herkes Scifo'ya benzetilen bu efsane futbolcuyu konuşuyor... Sonra o çocuk Seba'nın çabasıyla Beşiktaşlı oluyor...

Aradan 18 sene geçiyor. Bu defa Antalyaspor Süper Lig'e yükselirken konuşulan tek adam var, Burak Yılmaz... Üstelik babasının Beşiktaş geçmişi, anlatılanlar... Her şey Şifo'yu işaret ediyor... İlk Antep maçı herkesin kafasına kazılı, "evet bu sefer oldu" diyoruz hepimiz... Tabii ki nafile bir heyecan bu. Olmuyor, bir türlü olmuyor... Her gün daha kötüye gidiyor... Ben hep çocuğa kabahat buluyorum, kimisi Beşiktaş'ı suçluyor... Ne olduysa oldu, kaybettik; hem biz hem de Burak...

Burak'ın bu konuda ders almadığı çok belli zaten. Karşı yakada da tutunacak dal bulamadı... Biz ders aldık mı? Beşiktaş ders aldı mı? Taraftar'ın hatası var mıydı? Kendi adıma konuşayım, ben mesela bir yerden sonra kendimi kaybedip, her top kaybında söylenmeye başladıysam hatalı değil miyim? Biz ders aldık mı? Bir ara bunu konuşmak lazım... Bir sürü futbolcuya her hatasında söylenen bir grup var, başında gelenlerdenim; bu alışkanlık bu tribünün en büyük problemlerinden değil midir...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Federasyona tescil edilen 2 no'lu forma...

Bu formadan haberiniz var mıydı? En güzel beyaz forma olmasa da, beyaz forma siyah şort ikilisi...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Terlik Davasının Ortasında...

Şampiyonlukla biten sezonun startını terlik savaşı vermişti geçen sene... Fotoğraf resmi siteden, kurallarla ilgili olarak eğitim almış futbolcularımız... Terlik savaşının iki mağlubu ve aralarındaki terlikli adam Rüştü... İronik...

Belediye maçına da Özkalfa'yı vermiş federasyon... Sarı yine delirtmese tribünü...

Bir de yine fotoğraf... Toraman kilo mu almış, ne?

30 Temmuz 2009 Perşembe

Besiktas 0 - 0 Porto

Postlari bu ara telefondan mail yoluyla atiyorum. O yuzden format ve
Turkce Karakter problemlerini mazur gorun...

Televizyondan ne kadar fikir edinilirse, o kadar edindim... Once bunu
soylemeli...

Bu macin buyuk bolumunde Besiktas rakibinden daha iyi oynadi. Ya da
aktif alanda, etkili alanda topa daha fazla sahip oldu diyelim. Bu
daha dogru olur. Beklerimizi bu mac daha cok begendim. Erhan ilk maca
gore cok daha iyiydi. Ofansif gorevlerini de daha iyi yapti.
Arkasindan pozisyonlar buldularsa da iki defa ters kademede kritik
mudahelesi oldu. Iyi bir alternatif oldugu acik.

Ismail bugun daha kendindeydi. Onunde oynayan ekibin de bunda katkisi
buyuk. Serdar defansif olarak alan daraltmalara daha yardimci goruntu
cizince Ismail zaman zaman kendini gosterme sansi buldu. Simdilik
gencliginin ve tecrubesizliginin disinda bir problem yok.

Sivok Ferrari'yi beraber konusmak lazim. Sivok'un bu ikilinin
dengeleyici unsuru olacagi belliydi. Ayakta duran, oyunu geriden
baslatan, fizik mucadelede ise ikinci planda olan Sivok olacak. Sivok
bu baglamda bildigimiz Sivok. Yine mukemmele yakin oynadi. Bildik
sekilde bire birde etkisiz oldugu anlar oldu. Ferrari ise kendinden
beklenen fizik guc ustunlugunu sahaya henuz koyamadi. Ozellikle ikili
mucadelelerde gucsuz kaldigi anlar oldu. Hazir olmadigi ortada.
Sivok'a alisamadigi da ortada. Alistigi zaman uzerine uzun uzun
konusacagiz.

Orta sahamiz tek kelimeyle rakip orta sahadan ustundu. Bunu soylerken
gurur duyuyorum. Nitekim bu orta saha belki en ust duzey oyunculardan
kurulu degil, ancak o kadar dogru isler yapiyorlar ki, iki Alman'in
yaninda Ugur da olsa Tello da olsa Serdar da yaklassa yardimlasma ve
basit oyunla hayatimda siyah beyazda hic gormedigim kalitede orta saha
futbolu oynuyorlar. En dogru sekliyle soylemek gerekirse, bireysel
olarak 10 uzerinden 6-7 verebilecegimiz bu adamlar bu sinerjiyle 8
duzeyinde futbol verimi yakaliyorlar. Bu gercekten heyecan verici...
Fink'e bir kac kelime yazmak istiyorum fakat acele etmemeliyim; bu
adam icin de ilerleyen gunlerde Ernst icin soyledigimiz "bu adami
nasil alabildik biz" cumlesi sikca duyulabilir.

En guvendigimiz bolge olan hucum hattimiz ise maalesef halen daginik.
Alternatif bollugu muhtemelen problem de yaratacak. Zaten
oyuncularimizin rotasyonda verimli olduklarini soylemek imkansiz.
Bunun uzerine sezon basi zaaflari da eklenince cekilmez bir forvet
hattimiz oldugunu soylemeliyiz. Buranin ilaci Nihat-Nobre-Digerleri
olacak gibi... Mac boyu topu olumlu kullanan orta saha ve defans
oyuncularinin aksine forvet hattimiz, belki biraz da oyunu tutabilme
gayretiyle fazla haksizlik etmeyelim, etkileyici bir oyun oynamadi...

Genel bir tablo cizersek en olumlu goruntu bu macta orta saha,
yardimlasma, fizik guc ve oyun kalitesi olarak Porto'nun altinda
kalmamamiz, aksine kimi zaman onlardan daha iyi futbol oynamamiz
olarak sunulabilir.

Yardimlasmayi biraz acmak lazim, takim kesinlikle sadece defansif
olarak degil, ofansif olarak da alan daraltti, yakin oynadi, oyunu
ileri tasimak icin kisa paslar yapti. Porto gibi bir takima karsi
oyunu baska turlu dengeleyemezsiniz. Hele ki bu oyunda cok buyuk onem
tasiyan beklerinizin ilk defa bu standartta takimlara karsi oynadigini
dusunursek, neden bu kadar olumlu baktigimiz daha net anlasilacaktir.

Olumsuzluklar da gayet net. Korner kullanamiyoruz. Korner
karsilayamiyoruz, ceza sahasi cevresinde az once bahsettigim Ferrari-
Sivok ikilisinin zaaflari nedeniyle cok faul yapiyoruz. Bunlar Avrupa
sahasinda direk cezasi kesilecek konular. Kornerleri biraz etkin
kullanabilsek on taneden az korner atmadigimiz su maca bir gol
sikistirabilirdik.

Pazar gunu izleyecegimiz Besiktas bize biraz daha derin analiz firsati
verecektir. Simdilik isler fena gitmiyor...

26 Temmuz 2009 Pazar

Lyon - Besiktas Maci Sonrasi...

Mac 1-1 bitti. 2-1, 3-1 kaybedebilirdik; ayni sekilde kazanabilirdik
de... Macin iddia duzeyi sebebiyle skor onemsiz bir detay.

Ben bu mactan sonra Fink diyorum baska bir sey demiyorum. Bu adami
hemen canli izlemek lazim. Topun oldugu her yere gitti, cok begendim.
Orta uclude Hamit ayarinda bir oyuncumuz ya da Hamit'in ta kendisi
olsa sanirim Sampiyonlar Ligi'nde bile is yapacak bir orta sahamiz
olacak. Ernst'le Fink tas gibi, mukemmel bir goruntu cizdiler. Dumduz,
fizikli futbolcu gibi de degil, Ernst'e gore daha esnek bir oyuncu
izlenimi verdi. Uc dort mac canli izlemek lazim.

Ferrari-Sivok ikilisinin eksik olan hareketliligi Toraman'la
doldurulabilir. Erhan da sag bekte iyiydi, bence stoper alternatifi
olma ihtimali dusuk.

Nobre girene kadar orta sahamiz saglam, hucum oyuncularimiz ise gucsuz
ve silik bir goruntu cizdi. Nobre girince ofansif oyunumuz renklendi,
gerideki oyuncularimiz ileri cikma sansi buldu. TV'den anladigim
kadariyla Yusuf ve Serdar da İsmail'in cikislarini kesen faktorler
oldular maalesef. Cok top kaybi yaptilar. Golu de Tello'nun kaybettii
toptan yedik.

Bobo ve Holosko hic bir oyun karakteri sergileyemedi. Holosko adamim
oldugundan kiymadim ona ama Bobo akilli olsun! (Bu konuda
subjektifim). Nihat'in katkisi Bobo'nun silikliginde buyuk onem
kazanabilir.

Orta sahada Ekrem alternatifine sahibiz ve bu beni mutlu ediyor. Bu
aksam gozumde onu da canlandirabildim. Tello'yu da burada
kullanabiliriz. Lig icin ikisi de fazlasiyla yeterli, ancak
Sampiyonlar Ligi icin benim kanaatimce on numaraya degil, Hamit tarzi
bir oyuncuya ihtiyacimiz var. O bolgede bir standardimiz oldugu dogru
ancak bu standardimizi artirmak icin buyuk paralar harcamaliyiz.
Gerekli oldugu tartisilir... Bence degmez...

Neticede ucuncu kupaya yakin goruyorum Besiktasi. Lig icin Galatasaray
cok hazirliksiz, savunmasi zayif ve Fenerbahce ise fena halde sen
sakrak (basin oyle diyor!). Burada yarisi yonlendiren olabiliriz.
Sampiyonlar Ligi'nde su standardimizla kura sansina ihtiyacimiz var.
İyi bir kurayla neden olmasin?

26 Haziran 2009 Cuma

Bir haftada kazanılan...


Yaklaşık bir yıl önce, üstteki fotoğrafı koyup altına mucize yazmıştık... Hayatım boyunca sevindiğim her golü üst üste koyuyorum, hiç biri bu gol kadar etmiyor... Benim için, Beşiktaşlı için çok kıymetlidir Nihat Kahveci... Öğrendik ki geri gelmiş, hoş gelmiş...

Takımda geçirdiği senenin çarpanını kullanıp elde ettikleri pazubantla övünenlere inat, Beşiktaş kaptanını bulmuştur...

Gökhan Zan'a uğurlar olsun... İlk omuz sakatlığından sonra her gün geriye gitti... Belki yeniden ileri yürümeye başlar... Samimi şekilde onun için üç ay önce şunu yazmıştık:

"Gökhan Zan daha faydalı olacağı bir takıma gitsin istiyorum... Her gün daha fazla... Gönül ister ki, Gökhan Zan iyileşsin, şampiyonluğu görsün ve gitsin Beşiktaş'tan... Çünkü Gökhan Zan'ın yedekliği de problem, oynaması da."

İstediğimiz her şey harfiyen gerçek olmuş... Arada yaratılan bir yönetim skandalı söz konusu, o ayrı bir nokta, uzun zamandır anlattıklarımızdan farklı değil... Jessie'nin dediği gibi, kanıksamaya başladık sanırım...

Beşiktaş için büyük problemdi Gökhan Zan... Beşiktaş'ı şampiyonluk potasına sokan gönüllerin tandemini haftalarca bozdu, sakat olmadığı sürece ilk 11 çıktı. Neden çıktığı malum, kaybedilemeyecek kadar değerli, oynatılamayacak kadar da tehlikeliydi. Rotasyonda, yerli de olmasının etkisiyle önemi büyüktü... Problemdi, nitekim maç başına anlaşmalıydı. Ertuğrul Sağlam'ın ipini bu anlaşması çekti... Oynatmak zorunda kaldı, oynattıkça battı. Bu konuda geçen sene yazdıklarımız da sözlükte şuradan okunabilir.

İşin özeti, Beşiktaş ideal yedeğini kaybetti. Ama bu yedek, yedek olduğunun farkında değildi! O yüzden büyük problemdi zaten... Benim aklımdaki 4. alternatif tanem kombinasyonuna kadar Gökhan Zan'ın adı gelmiyordu. Öte yandan, "Milli" stoperin bugün kendisine sorsak, kendini Terry'den daha önde görüyordur, biliyoruz bu ego problemini...

Bir de olayın saha içi boyutu var... O oynarken Bobo'dan seken uzun topları izledik haftalarca. Gittiğine üzülen arkadaşlar, İnönü'deki maçlarda Ernst dibine kadar geldikten sonra top isterken Bobo'ya giden topları, ve o giden topun arkasından kollarını iki tarafa açan Ernst'i hatırlasınlar... Buna benzer sahneleri bugün Brezilya Milli Takımı'nda yarı final maçında sahaya yedekten giren Kleberson ile de yaşamıştık.

Fenerbahçe maçlarını, Metalist maçını, duran top fiyaskolarını geçiyorum, nitekim bireysel hataları Toraman da yapıyor. Gökhan Zan'la birlikte takımın savunma bacağındaki kolektif futbol prangası da gitmiştir. Önemli olan da oraya, oradaki arızaya yatırım yapabilmek... Toraman gelişim gösteriyor, evet ama yetmez. Yetmemeli de. İlla yabancıya gideceksek artık (İsmail ve Rıdvan hamleleri tutarsa bu yüzden önemli) Papa Gueye bir şekilde alınmalı. Benim gözümde kalan canlı performansı Joe Satriani ayarında bu adamın!

Beşiktaş ileri hamleler yaptı, yanlış bir üslupla kangreninden de kurtuldu. Hazırlık maçlarını dahi izleyeceğiz bu sene görüntü o...

14 Haziran 2009 Pazar

Neden Beşiktaş?

Beşiktaşlı oluşum 1985-1986 sezonu sonundaki bir olaya dayanır... Üstelik o sezon kazanılan şampiyonluk, bugünkü halime gelişimde sadece figürandır...

Çok küçüğüz tabii o günlerde; ama bütün sülale Beşiktaşlı olunca, dört buçuk yaşındaki halimle bile Beşiktaş deyince heyecanlanmalar, kalp çarpıntıları başlar olmuş... Ondan olsa gerek, altı yaşımdan öncesine dair hatırladığım iki üç şeyden biri Beşiktaşlılığımı kor ateşe çeviren o güne ait bir sahne...

O yıllar bu günler gibi değil, her şeye her yerde ulaşılamıyor. Ondandır ki, şampiyonluğu taçlandırmak için balkona bayrak asılacaksa, gidip bulup, para bastırıp almak lazım. İki ablam var, o zaman 11 ve 14 yaşlarındalar. Ne yapsınlar, bayrağı bulsalar da para yok, ama yine de o bayrak lazım... Onu asmamız lazım... Ne yapıp edip, bir şekilde bir parça siyah bir parça beyaz kumaş bulup, anneme diktiriyorlar. O bayrak hayatımda gördüğüm en güzel Beşiktaş bayrağı benim için; o gün de öyleydi, bugün de...

O dünya güzeli bayrak asılıveriyor balkona... Aradan geçen gün bir bilemedin iki... O sülaleden nasıl olduysa Fenerli çıkmış kuzenim geliyor, balkonda bayrağı görüyor, yüzünü şekilden şekle sokup yorumunu yapıyor hemen: "Bu ne böyle, kendiniz mi yaptınız? Ne biçim bayrak bu, hiç güzel de değil zaten!"

Ufacık halimle ateşe dönüşüveriyorum... Haddini bildirmek istiyorum ama bir yandan da, içimden gelen bir ses bırak uğraşma diyor; üstelik 4 yaşındayken yaptırıyor bunu bana... Ablamlara bakıyorum, onlarda da aynı duruşu görüyorum... O dakika benim için Fenerbahçe "kibir" sözcüğünün karşılığına dönüşüyor. Kendi kibirine tapanların, güce tapanların simgesi oluyor Fenerbahçe... Sonra sonra piç edilen Beşiktaşlılık duruşu da benim için şampiyonluğu kutladığımız o günü zehirlemeye çalışan Fenerli kuzenime karşı büründüğümüz ruh halini anlatıyor... Derinden, içeriden bir yerlerden duyulan gururla başlayan o ruh hali... Televizyonda görünen ama o yaşta başkan kavramını anlayamamış olduğumdan kafamda bir yere koyamadığım, ancak nasıl oluyorsa Beşiktaş'la özdeşleştirdiğim meşhur bıyıklı adamda da mevcut olan o havadır işte Beşiktaşlılık...

Sonraki senelerde başkan kavramının Ali Tanrıyar'da ve soyunma odasındaki şampiyonluk kutlamasında vücut bulmasıyla Galatasaray'a da yaftayı yapıştırıyor zihnim...

Ondandır ki, katılmıyorum malum şarkının sözlerine... Çünkü iddianın aksine, sanırım Beşiktaşlı doğulsa da doğulmasa da Beşiktaşlı olduruyor bu dünya adamı... Sebep? Son on günde dönen dolaba ve pek tabii ki kibire tapınanlara bakınca anlatmaya gerek var mı?

11 Haziran 2009 Perşembe

Vergi kaçakçısı Kayserispor ve Mehmet Topuz...

Sözleşmenin detayları Medyaspor'da... Bu yazıya tıklayıp, ulaşabilirsiniz... Medyaspor başka bir işle uğraşırken büyük bir başarıya imza atıp, Kayserispor'un ve pek tabii ki Mehmet Topuz'un vergi kaçakçısı olduğunu ortaya çıkardı...

Çok şükür, bu vergi konusunda başımız dik. Beşiktaş JK, halka açıldığı günden beri bütün sözleşmelerini şeffaf şekilde yapmak zorunda. Hatta fazla fazla para dağıttığından haddinden fazla vergi ödediğini söyleyebiliriz. Vergi kaçakçılığı denen şerefsiz ve onursuz davranıştan uzak bir kulübümüz var.

Öte yanda da diğer kulüpler var. Futbolcu giderlerini halka açmayan kulüpler bunlar. Hepsi bir şekilde futbolcularına verdikleri paraları açıklamaktan imtina eden ve "kurumsal" olduklarını iddia eden kulüpler bunlar. Bu rakamların açıklanmama sebebi vergi kaçakçılığı suçlamalarından uzakta kalmaktır. Nitekim bu kulüplerin hemen hepsi ve işbirlikçileri futbolcular vergi kaçırmaktadırlar...

Kayserispor'un konusu farklı. Biliyorsunuz, Recep Mamur - ki kendisi Kayserispor'un başkanıdır - ve Süleyman Hurma - ki kendisinin Kayserispor'da imza yetkisi vardır - Mehmet Topuz'a 3 Milyon TL'den fazla para ödediklerini Telegol programında açıkladılar. Bunun anlamı şudur, bu miktarda geliri olan bir şahıs en üst düzeyde gelir vergisi dilimindedir ve gelirlerinden %35 oranında gelir vergisi Kulüp tarafından stopaj olarak kesilip, vergi otoritesine ödenir. Yani ederi 1 Milyon 50 bin TL'dir. Bu paranın tamamı vergidir!! Maaşlı çalışan sen ben gibi adamlar çatır çatır vergimizi öderiz. Üstelik şu kadar milyon kazanmadan. Üstelik bizlerin bile sene sonuna doğru vergi dilimi %35'e ulaşır. Yani Topuz hak ettiği paradan ne kadar vergi ödemeliyse, biz de hak ettiğimize oranla o kadar öderiz...

Oysa Kayserispor sözleşmeyi Medyaspor'da da göreceğiniz üzere 300 Bin TL'den hazırlamış... Bağıra bağıra beyan ettikleri 3 Milyonlar sözleşmede görünmüyor! Hatta Topuz'un bir beyanı var, "Kayserispor'dan alacağım var" diye. Hurma yalanladı, "ispatlasın" dedi... İspatlayamaz tabii, sözleşmedeki para bağlayıcıdır, sana verilen sözü nasıl ispatlarsın?

Bu 300 Bin TL'lik beyanla birlikte Kayserispor'un Mehmet Topuz adına ödediği vergi yaklaşık 90 Bin TL'dir... Kısacası, damga vergisini de katarsak yaklaşık 1 Milyon TL vergi kaçırılmıştır ve bu Pazar gecesi televizyonlardan bas bas bağırılarak beyan edilmiştir. Türkiye'de namuslu vergi müfettişleri vardır ve mutlaka bunu dikkate alırlar. Ben kendi adıma ihbarımı resmi yoldan yapacağım. Bakalım süper dürüst, tarafsız basınımız bu konu hakkında bir yorumda bulunacak mı...

9 Haziran 2009 Salı

Mehmet Topuz'un Bonservisi Fenerbahçe'de!

Bonservis, yani iyi hizmet... Bugün bizim referans belgeleri olarak kullandığımız şeye tekabül ediyor...

Futbolda konu farklı. Özellikle Bosman sonrası yaşanan süreçte futbolcu hakları ön plana çıktı. Dolayısıyla bugün herkesin bildiği gibi bonservisin bir takıma futbolcudan bağımsız satılması söz konusu olamaz!

Oysa bakın koca NTV Spor bile en cahil yorumculara taş çıkarırcasına ne yazmış!!!
Futbolcunun bonservis haklarını futbolcunun imzasını sözleşmenize kondurmadan resmen alamazsınız. Bunu en iyi bilen medya kurumları bile böyle haberler yapıyorlarsa tarafsızlıklarını tartışmak ahmaklıktır.

Öte yandan, Kayserispor tarafından gelen haberler pek hoş değil. İçeriden gelen en önemli bilgi şundan ibaret: "Fenerbahçe vazgeçmedikçe, bonservisini Beşiktaş'a veremeyiz." Bunun iki türlü anlamı olabilir:

1) Kayserispor öyle bir protokol imzalamıştır ki, Topuz'un fikirleri Kayserispor'u bağlamaz. Topuz imza atmasa bile bu kulüp o parayı alacaktır.

2) Kayserispor şu anda Fenerbahçe'nin oyuncağıdır. Aziz Yıldırım 2004 yılında Türk futbolunu nasıl tepeden aşağı salladıysa, aynı şekilde sallamaktadır... Tehdit midir, vaat midir bilemem. Aziz Yıldırım Kayserispor kulübünü parmağında oynatmaktadır.

Onun ötesinde gelen son bilgi de Menajerlerin çok net şekilde tehdit edildiği yönünde. Bu zaten herkesin tahmin ettiği bir şeydi, ancak net bir şekilde Kayserispor'dan da bu bilgi geldiğine göre artık bu konuda da şüphemiz kalmadı.

Buradan sonra benim tahminimce %60-70 ihtimalle Mehmet Topuz kafasında "Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" yazılı şapkayla Fenerbahçe'ye Aziz Yıldırım'ın malum pozları eşliğinde imza atacaktır. Şu gelinen aşama Türk Futbolu açısından bir lekedir. Üstelik Pazar akşamı Demirören kulüple görüştükten sonra Mehmet Topuz'un yanına uçtuğunu ispatladıktan sonra bu durum Türk Futbolu adına kara deliktir. Bundan sonra neler olacağını hep beraber göreceğiz. Aziz Yıldırım'ın mafya tavırlarına tav olan güce tapar Fenerbahçelilerin dışında kalan gerçek Fenerbahçelilerin Mehmet Topuz konusundaki tavrı ise ayrı bir merak konusu...

Olur da Mehmet Topuz Fenerbahçe'ye imza atmaz ve sene sonunda Beşiktaş'a imzasını atarsa, evet o günü ayrıca konuşmamız lazım. O günü planlayıp, programlamamız lazım ki bir şeyler yazabilelim...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Che ya da Feyyaz, evet...

Gecenin kör saatinde içimi korku kapladı... Uyku tutmuyor, oysa üç saat kadar sonra kalkıyor uçağım... Benim kadar heyecanlanan belki bir Beşiktaşlı futbolcu vardır umuduyla gidiyorum Denizli'ye... "Che ya da Feyyaz"dan çıkma bir sahne bu benimki...

6 yıl uzun zaman... Ondan önemlisi, böyle alışmamıştık çocukluğumuzun şampiyonluklarında... Son haftaya kalan tur ne zormuş... O yüzden olsa gerek bu kalp çarpıntısı fena geldi.

Bir de acaip bir hikayesi olacak bu şampiyonluğun; Ertuğrul'la, Metalist'le, İbrahim Üzülmez'le, Ernst, Denizli ile şekillenen; içinde İnönü'deki Ankaraspor kabusunu, Antalya deplasmanındaki müthiş geri dönüşü, Trabzon'u o yarı sahaya boğup, diş geçiremeyişimizi içeren, Kupa Finali'nde 85. dakikayi biz bize geçtiğimiz güzel İzmir akşamıyla süslenen, kendi adıma yenilsen de yensen de vesilesiyle semtte, kapalıda kah derdini bana anlatan, kah sofrasına davet eden, kah gelip sarılanlarıyla iyice özel hale gelen cok renkli bir hikaye... Dubleyi, Sivasspor'u, hatta Bülent Uygun'u ve hatta bizim maçlarda coşan Güiza'yi anlatacağız çocuklarımıza, çok hikayemiz var... Yeter ki güzel bitsin yarın, dolaplarımıza, unutmalık sezonların arasına kaldırmayalım 2009'un şampiyonluk yürüyüşünü...

Şampiyon olacağız Beşiktaşım bu sene;

Koyduk işte Cimbomboma Fener'e

Gel bu sene son verelim dertlere...

28 Mayıs 2009 Perşembe

Beşiktaş'ta Tükenen Genç Yetenekler...

Arşivlerimi araştırıp, bir fotoğraf buldum... Bir kaç genç sayacağım şimdi... 2006 yılının yaz aylarında bu takımın umudu olan gençler bunlar, Tigana'nın elinde...

1) Burak Yılmaz: İlk haftalarda pırıl pırıl bir ışık saçtı bu genç çocuk... Sağ kanatta yıllardır süren özlemi söndürecek, sürati ve ortalarıyla herkesi kendine hayran bırakacaktı... Olmadı, Fenerbahçe'de sürünmeye devam ediyor...

2) Mehmet Sedef: Ne olduğu belli değil, o güne kadar arada yedekten girip oynuyordu. Bir ara kendisini sol bek sandık, rakiplerin ayaklarını ellerine tutuşturunca kasap olduğunu anladık...

3) Gökhan Güleç: O dönemde Türkiye Kupası'nı Beşiktaş'a kazandıran form durumu ve geleceğe dönük potansiyeli parmak ısırtan genç oyuncu takımdan hızla koptu... Bursaspor'da silik bir görüntü çiziyor.

4) Serdar Kurtuluş: İlk yılında orta sahada dinamo gibi çalışan genç çocuk, sakatlıkları sonrası gözden düştü. Sağ beke geçtikten sonra da uğursuzluklar yakasını bırakmadı. Yedek kulübesindeki koltuğunu Lazboy'dan baba koltuğuyla değiştirdiği söyleniyor. Gönlünde bir kulüp, idealinde de Emre Belözoğlu varmış...

5) ve İbrahim Toraman: 2008-2009 sezonu başında terlik kavgası sonucu kaptanlık elinden alındı. Satış listesine konuldu... Satılmadı, affedildi... Şimdilik başına gelen en kötü şey bu...

İŞTE BÜTÜN BU OLANLARIN SEBEBİ BENİM! AHANDA İSPATI:

Fotoğraf çekilirken arkadaşıma şunu söylüyorum: "5 yıl sonranın şampiyon kadrosu bu işte"... Burak ve Serdar "Sağolasın abi" diyorlar ve geçip gidiyorlar...

Sonuç: Havaalanında bir daha Beşiktaş'a denk gelirsem, yolumu değiştireceğim...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Mağlup oldu bu yolda galip...

Dün gece maçtan çıktığımda mutlu olamadım. Takım iyi oynamadı belki, ama kazanacak kadar oynadı. Kazanacağından daha fazlasını atabilecek kadar da oynadı. Hatta çok iyi ileri çıktığı dakikalar da oldu. Ağır kanlı kalan bir rakibe karşı penetre ederek, delici hamleler yaptı özellikle ilk yarının başında... Ama ben mutsuzdum. Sebebi maalesef, şu güzel gecenin içine eden hakemdi...

2004 yılında oynanan Beşiktaş - Samsunspor maçını sadece "Kırmızı kartların hepsi çok doğruydu" ekseninde tartışanlar varsa, lütfen yazının buradan sonrasını okumasınlar...

2004 yılının Ocak ayında Lig TV'de maçın tekrarını izlediğimde, özetleri izlediğimde ne kadar şaşkın vaziyette kaldığımı atlamamalıyım... Maçı stadyumda izleyen herhangi bir insanın o ruh halinden çıkması imkansızdır; kaldı ki o maçı kaybeden Beşiktaş da hala liderdi; işlerin iyi gidiyor olması bir şeylerin üzerine sünger çektirmemeli... Dün geceye çektirmemesi gerektiği gibi... Ben 2004'ün o soğuk ve karlı gününde, "Yavaş olsana sen" diyen bir adam gördüm sahada... Canımıza okuyan, "yeter senin başarıların" diyen, takımı çıkmaza çeken... Bunu maçın ilk 20 dakikasında da gördüm; gel gör ki Lig TV görmemişti... Pozisyonların tekrarları dahi verilmedi. Yayın yapan kanallara özetler gollerden ve kırmızı kartlardan ibaret setler halinde geçildi. İş Beşiktaş'ın başına patladı.

Dünkü maç öncesinde Galatasaraylı arkadaşlara ilk yarıdaki maçın katledildiğini söylediğimizde, Delgado'ya gösterilen kırmızı karttan yola çıkıyorlar, ve tabii ki beni şaşırtıyorlar... Çünkü Delgado'ya sarı kart gösterilen pozisyonun sebebi, Delgado'nun ilk sarı kartında yaptığı hareketi ikinci defa yapan adama kart gösterilmemesine karşılık tarzanca verdiği tepkidir... Zaten biz o kartta dahi değiliz..! Biz o maçtan altı-yedi hafta önce verilmeyen bir golümüzün karbon kopyası kalemize sarı kırmızılı takım tarafından atıldığında santraya koşan zihniyete karşıyız... Dün verilmeyen penaltıları da "ne oldu ki, şampiyon olduk" diye geçiştiremeyiz, çünkü biz taraftarız; bugünümüzü oluşturan da dünümüzdür... Çok değil, altı ay önce "Beşiktaş kümeye" noktasında verilen iki penaltıyla dünkü pozisyonları kıyaslama hakkımız da olmalı değil mi? Ya da daha on gün önce verilen anormal komik bir penaltı var alehimize... O sırada gülüp, eğleniyoruz ama Fenerli arkadaşların da dediği gibi, tarih maalesef 4-1 değil, 4-2 yazacak o maçı... Bu kadar kolay mıdır Beşiktaş'a karşı penaltı çalmak? Fenerbahçe'ye zor penaltı veriliyor diyoruz, ben de katılıyorum çoğu zaman, ama o penaltı Beşiktaş'a karşıysa cart diye çalınıyor işte... Bahsettiğimiz de bundan ibaret zaten...

Beşiktaş üç büyükler içinde daha az eşit olduğu için, ve ona karşı düdük çalındığında kıyametler koparılmadığı için ezilen konumunda kalıyor, örneğin Sivasspor'dan daha çok eziliyor bu çarkın içinde... Kalan 15 takıma -Eskişehir hariç, çok hakları yendi- özeniyorum çoğu zaman... Daha enteresanı, içerideki Beşiktaş maçları hakem için daha bir gövde gösterisine dönüşüyor... Hakemler kahraman ilan ediliyor, zaten Lig TV maçı yayınlarken kırmızı kartları, maçı doğrayan faulleri gösterip çaldıkça, penaltıları atlayıp, düşürülen siyah beyazlının yanına elinde sarı kartla koştukça, maç sonunda ortaya çıkan hakem eskisi Süper Kahraman ilan ediyor o maçın hakemini... Biz dişimizi sıka sıka kırarak eve dönerken...

Ben, bir oyuncumun kart gösterecek hakemi ayağına çağırdığını görmek istemiyorum. Ayrıcalık istemiyorum. Benim golümü saymıyorsan, aynı pozisyonda sarı kırmızılınınkini de sayma diyorum. Ona verdiğin penaltıyı bana da ver diyorum. Çifte standart sistemine karşıyım. Çifte standardın avantajlı tarafında olduğum sanrısının herkesi sarmasına daha da karşıyım ben... Siyah-Beyaz'a alerjiniz varsa, arkanızda bırakıp gelin artık; yeter....

24 Mayıs 2009 Pazar

Sahaya Bakış

Teker teker cagırıyoruz, hep beraber geliyorlar. Tello diyoruz beraber geliyorlar, Bobo diyoruz beraber geliyorlar, Rustu diyoruz, beraber geliyorlar... Kazansınlar ya da keybetsinler, haftaya bu çocukların peşinden Denizli yolları gözüktü bize. Bu forma böylesini özleyeli çok oldu...

17 Mayıs 2009 Pazar

Türkiye Kupası Yine Fenerbahçe'nin...

Fenerbahçe resmi web sitesinin editörü çok muhtemel ki Galatasaraylı... O olmadı, biraz muzip bir Beşiktaşlı... Alenen camiayla kafa bulmuş...

"25 Milyon"luk camiadan 250 kişinin takip ettiği bir spor dalında alınan Türkiye Kupası Fenerbahçe'nin resmi web sitesinin girişine işte böyle konulmuş...

14 Mayıs 2009 Perşembe

13 Mayıs'ın Hikayesi, 3 Yıl Sonra Buluşmak Üzere...

Şununla başlayalım... Beyaz forma siyah şort, muhteşem!

Ayağımızda Atatürk Stadı'nın tozuyla yazalım ki, unutup harcamayalım güzel anılarımızı...

Üç sene öncenin keyfini özlediğimizden, koşarak gitmek istedik güzel şehir İzmir'e, onun yerine birikmiş millerimizi değerlendirip uçakla gidelim dedik... Uğur olsun diye, böyle maçlardan önce forma, t-shirt vs almak lazımdı, gittik aldık ve tabii ki geciktik... Uçağa son çağrıda yetişip İzmir'e gidiverdik... İzmir'de beklediğimiz şahane ortamın demosu uçaktaydı, bir sürü Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı, bir de Lig TV ekibiyle İzmir'e yolumuzu aldık... İzmir'de Krasotkin ile buluşup, hemen Kordon'a Balık Pişiricisi Veli Usta'mıza yollandık.

Kordon'da Erman Toroğlu'ndan Metin Aşık'a hatta Bülent Uygun çakması bir şahsiyete kadar bir sürü ünlüyle karşılaştığımız gibi, blog camiasından arkadaşlarımızla da görüştük. Şairler Parkı'ndan Marmara ve Ege, ayrıca blogumuzu müdavimi Taksim Kordon'u inleten grubun neferleriydi :) Yine NTV Spor'da Yenilsen de Yensen de ekibinden Evren, Cem ve Bağış Erten'le de az biraz hoşbeş edip, Kordon'un o müthiş keyfini sürdük. İki taraftan da bir kaç hıyar küfür edip ortamı germe çabasına giriştiyse de, herkes İzmir'in o tembel keyfine kendini kaptırdığından ve rakısını yudumlamanın peşine düştüğünden tatsızlık yaşanmadı. Bilakis, şahane fotoğraflar verdi iki taraf da, yakalamasını bilene tabii... Aşağıdaki fotoğrafta maçtan ne kadar emin olduğumu gözlemlemek mümkün...

Balığın tadına birayla cila yapalım deyip, Beşiktaşlıların doldurduğu bir kordon mekanına girdik. Orda biraz semt havası yaşadık ve güzel güzel tezahüratımızı yaptık... Karma mekanların aksine, Fener'le ikili ilişkimizden de bahsetme imkanı bulunca maçın havasına giriverdik... Sonrasında bulunmaz İzmir taksilerinden birine atladık ama ne taksi... İçi mis gibi Gio Armani kokan şahane bir araç... Yolda taksi bulamayan iki arkadaşı da aldık araca, sağolsunlar neşelendirdiler bizi, ordan da 4 gollü tahminler gelince, iyice motive olduk tabii... Bazen insanın içinden geçeni başkasının da söylemesi lazım...

Dört gün önce Ankara deplasmanına gidip, 4 golle lider döndük İstanbul'a. O maçtan sonra dün NTV Spor'da gollü biter, 4-2 veya 4-3 deyince sağolsun pek itibar etmedi arkadaşlar ama takımda gördüğümüz ışık, Bobo'nun Nobre tehditi karşısında yeniden hareketlenmiş oyunu ve Delgado'nun muhtemel yokluğu bir şekilde maçın gollü geçeceğini müjdeliyordu... Hakem de maçı alamayınca, bari şu çocuğun tahmini tutsun deyip, penaltı uydurunca tahmin ettiğimiz skoru getirdi sağolsun... Neticede ikinci yarıda sahadan sildiğimiz Fenerbahçe'ye fena bir hüsran yaşattık...

Maalesef bu stadın nasıl bir akustiği varsa, kale arkasında bağıranlar semtten Üsküdar'a sesini duyurmaya çalışanlar gibi kaldılar. Üç sene önce olduğu gibi, bu uzak mesafe tezahüratını yine beceremedik. Dolayısıyla seyircilerin maça hiç bir etkisi olamadı. Ama skorun getirisi ve şampiyonluk motivasyonuyla Fener taraftarıyla kıyaslanamayacak kadar iyi gürültü çıkardık İzmir'de... Zaten Fenerbahçe taraftarı 25-30 dakikayı "Hadi kapılara yollanalım yavaştan" psikolojisiyle geçirince, pek seslerini duyamadık... Duyacağımız vardıysa da o mesafeden ses duyulacak gibi değildi...

İnönü'den uzakta geçen son 120 dakikada - ki bu 120 dakikayı Delgado'suz oynadı Beşiktaş - 7 gol atınca ve tanımadığımız onbeş yirmi adamla sürekli sarılıp durunca bir sakatlık olacağı belliydi... Ankara'da puromuzla birilerini yakacaktık, atlattık; burda elimizi tırnaklayıvermişler; anlayamadık kim yaptı... Sanırım arkadaki 70'lik amca gitarist tırnağı sahibiydi...

Bundan bahsetmek lazım, bir sürü adamla samimi olduk iki büyükşehire yapılan iki yolculukta... Futbol biraz da bundan dolayı güzel heralde... Benim kadar kişisel alanına meraklı adam bile önüne gelene sarılıyorsa futbol hakikattan şahane oyundur arkadaş...

Program dolayısıyla tribünde tanınma hadisesi enteresan olmaya başladı... Kordon'da ve stad çıkışında yine tanıyan arkadaşlar oldu. Kordon'dakini anladım da, o çıkıştaki arkadaşa Krasotkin'le hayret ettik açıkçası... Zifiri karanlıkta nerden tanıdın be arkadaş... Sanırım alnımızın çevresinde kalmayan saçlarla ve göbeğimizin kapladığı alanla ilgisi var bunun...

Dönüş uçağı daha da keyifli oldu tabii. 1.30 uçağını Beşiktaşlılar baskın şekilde kaplamıştı, o ayrı konu. Sabiha Gökçen'e gidecek uçak için Fenerliler baya bi bekledi futbolcularını, elbette biz de... Ama maalesef VIP'den kaçırmışlar topçuları... Yoksa yüz ifadelerini keyifle paylaşırdık...

Maç içinde arayan tathar'a "senin totemine ölürüm be" diyorum... Sesini duyamadım pek, kusura bakmasın... Maç sonrası arayıp, semtin sesini dinleten Freak'e ise sonsuz teşekkür diyelim...

Unutmadan, maçta Bobo'nun attığı ilk golü bizim mekanın önünden geçip küfür ede ede bağıran Fenerli hıyar arkadaşa hediye ediyorum. Bobo'nun ikinci golünü ise bu sene yeterince mutlu ettiğimiz okçu Küçük Emrah'a, Yusuf'un golünü uçakta Cordoba'nın şike yaptığı iddiasına girecek kadar çene ishaline yakalanmış, ve hemen ardından ağzının payını verdiğim Fenerli amcaya armağan ediyorum... Holosko'nun golünü çok beğendim, onu haftaya Pazar yeniden sahaya koymak üzere kendime saklıyorum ve maç keyfimi 04 itibariyle noktalıyorum...

Siyah Ulan!

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Maç Öncesi, 29. dakika, ve tabii ki sonrası...

Üç yıldır, her dakikası ömür gibi geçen bir maç izlememiştim... Böylesi bir maçtan sonra dağ başından bizi alıp, Ankara'ya geri götüren tathar'a ve misafirperverliğine teşekkür edelim... Blogumuzun sonucunda ortaya çıkan küçük klanımızın tadı tarifsiz oldu... Ayrıca Buz Gibi Gol'den Aguila Negra'ya da hataya mahal vermeyen süper yol tarifinden dolayı teşekkür etmek lazım... Dağ başındaki stad ancak böyle bulunabilirdi...

Maç öncesiyle başlamalı ki, nereden nereye geldiğimiz anlaşılsın... Stada ulaşınca içeriye girmemiz ve bize ayrılan 950 kişilik bölümde yerimizi almamız yaklaşık 1 dakika sürdü... Etraftaki satıcıların taraftardan fazla olması biraz bizi üzdü, eminim satıcıları da üzmüştür... Buna ayrıca, başka bir postta değineceğim...

Stada takım geldiğinde saat yanılmıyorsam 17.30 civarıydı... Sahada dolaşmaya başladıklarında bize ayrılan bölümde 200 kişi kadardık... Tam da düşündüğüm gibiydi yani... Ankara - Beşiktaş'ın kalesi - bile sahip çıkmamıştı takıma... Dejavu gibi, liderliği kaybettiğimiz Belediye (İBB) maçının bir kopyasıydı bu beklenen hayal kırıklığı...

Takım sahaya çıktı, orta sahaya kadar yürüdü, çağırmamıza rağmen gelmediler tribüne... Belki duymadılar bile. O an yüzlerinden, jestlerinden anladık başımıza geleni... Geçen haftanın ateşli tribünü yalnız bırakmıştı onları. Maça neredeyse bir saat kalmıştı, ve daha 950 kişilik bölüm bile - ki biletler bitmişti - dolmamıştı... Futbolcular profesyonelliklerinden yine vazgeçmiş ve havlu atmışlardı, zaten maça da böyle çıktılar...

İlk 29 dakika takımın kırılgan psikolojisine içimden söverek ve Sivas'tan gelen 0-2'nin heyecanıyla dışımdan boğazımı yırtarak geçti benim için... Beşiktaş için ise, iplerini çözüp, MacGyver misali o iplerden bir zafer çıkarma çabası gözlemleniyordu sahada... Üstelik sadece iki topçuda vardı bu gayret; Toraman ve sürpriz hırs küpü Cisse'de... Maalesef bu heyecanlı oyunları takımın psikolojisini doğrultmaya yeterli olmadı... Tam bizler bu takımın tek ilacı bir şans golü derken, Delgado ölümcül top kayıplarını affettiren o golü Holosko'ya attırdı... İşler değişmeye başlayacaktı... Bu golün getirdiği patlama bu sefer Toraman ve Cisse'nin mücadelesini takıma zerk etme imkanı doğurdu, önemi büyüktü...

Sonrası o kadar yavaş geçti ki o tribünde, sanki bütün sezon izlediğim maçları üst üste tek maçta izlemiş gibiyim... O yüzden anlatıp kimseyi sıkmamak lazım... Tek paragrafa sıkıştırmak gerekirse, 1-1'e rağmen tribünde maçın döneceğine inanmayan yoktu. Zaten takım her şeye rağmen doğru dizilişle oynadığında yeterli pozisyon buluyor. Ankaraspor'un 3 pozisyonuna karşılık bizim dizlerimizi dövdüğümüz 5 pozisyon hatırlıyorum. Bunlara goller dahil değil... Dolayısıyla, kötü başladığımıza evet, ama kötü oynadığımıza hayır diyorum... Bobo kaçırdığı gollere rağmen, maç boyu çok iyi boğuştu, beni de fena şaşırttı... Kazanmak için yeterli derecede iyiydi. Cisse ve Toraman mükemmeldi... Küllerimizden alevlenip, liderliğe şahlanışımızı futbolcuların yükselişleriyle yaşamak ise çok özeldi... Maç sonu formaları atanların yüz ifadesi maç öncesi sahayı gezdikleri dakikalarda gösterdiklerinin aksine bizim için alınan liderlikten çok daha fazlasını anlatıyordu... Umarım Kupa Finali'ne de benim kadar inanıyorlardır...

Kısa bir kaç not:
* Stadyumda satılan suların son kullanma tarihi geçmişti ve içlerinde yaratıklar geziniyordu... Gerçekten abartmıyorum... Biz bu suyu içtik, bağırabilmeye devam etmek için... İçtik ama Sayın İMG'e fena küfür ettik. Sanırım Beşiktaş taraftarından toptan kurtulmaya çalışıyorlar... İnönü'de de sulara dikkat etmek lazım... Coca Cola da uyumasın, Damla Su resmen tarihi geçmiş şekilde Yenikent Asaş Stadı'nda satılıyor...

* Maça girince tribünden iki kişi selam verdiler, ben de hemen tabii tathar ve kuzeni zannettim onları... Sonradan anladık ki programı izleyenlermiş. Blogu da takip ediyorlarmış, isimlerini öğrenemedik sağolsunlar okuyorlarsa...

* Onlar dışında tanıyanlardan birinin Jessie'ye selamı var, tahmin edileceği üzere bu arkadaş Tello'cuydu...

* Tello 4. golü atarken tribünde 8-10 kişi Rıdvan kesildik... Herkes farklı cümlelerle Tello'nun koşusunu sezdi ve gol olacağını iddia etti, nitekim bildi de... O ne kadar inançlı bir koşu idi, o nasıl manalı bir koşu idi Tello, seni dinlendirici özel bir rotasyon yaratmalı Beşiktaş...

* tathar'a teşekkür ettik ama onunla bitirmek de lazım. Çarşamba totemi için en büyük güvencemiz sensin... İzmir yollarından boynu bükük döndürme bizi, ölmeden mezara koyma bizi... Galatasaray maçına da bekliyoruz...

8 Mayıs 2009 Cuma

32. Hafta: Ne Olacak Şimdi?

32. Hafta çok enteresan bir fikstüre gebe...

Çok önemli üç gerçek var:

1) Ankara'nın ligde dört takımı var. 32. haftada ikisi içeride oynuyor. Hacettepe ve Ankaragücü...

2) Son dört haftada haksız rekabete ve şaibeye yol açmamak adına maçlar aynı saatte oynatılıyor...

3) 32. haftada hem Beşiktaş hem Sivasspor şampiyonluk yolunda Ankara takımlarına, üstelik ikisi de 19 Mayıs'ın suni çimlerinde oynayan takımlarına, konuk oluyorlar.

Maçların farklı saatlerde oynatılması tartışılamaz, işin içinde Ankaragücü var... Bir maç Yenikent'e alınabilir; o durumda da Suni değil, Doğal çimde oynanma durumu var. Bu avantaja dönüşebilir bir takım için... Burada avantajlı yerde olan kazanır, diğeri kaybederse, büyük olay var; savaş çıkar. Doğal çimde mesela Beşiktaş kazansa Sivas delirecek, aksi durumda ise Beşiktaş... Ankaragücü kazanır, ligde kalırsa mesela doğal çimde, düşen takım ortalığı kavuracak.

Federasyonun işi çok zor...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Neden geldiler?

Gökhan Zan Beşiktaş'ın stoperiyken, Delgado takımın yıldızıyken 5 Fenerbahçe maçı kaybetmiştik, altı oldu... Hayırlısı olsun...

24 Nisan 2009 Cuma

Beyaz Forma Siyah Şort

Siyah ve Beyaz o kadar güzeller ki, rakipler kimi zaman neredeyse siyah beyaz formayla maça çıkacak kadar kendi formalarında kullanır oldular bu renkleri... Beşiktaş ise nedense hep taraftarı mutsuz edecek kombinasyonlarla çıkar oldu maçlara...

Bütün taraftar beyaz forma siyah şort diye bağırırken, bu formanın bu şekilde giyilmeyişi nedendir? Ya taraftar sesini duyuramıyor, yahut gerçekten kimsenin umurunda değil bu forma hikayesinde taraftarın görüşü... Fenerbahçe'yle ve Galatasaray'la içeride iki maç oynanacak. İstedikleri renk formalarını giysinler, isterse turuncu, isterse turkuaz... Sonuçta sen iç sahanda oynadığın maça beyaz formanla, siyah şortunla çıkabileceğin iki maça sahip değil misin? Ne yapıp, edip, taraftar sesini duyurmalı, bu maçlara taraftarın istediği formalarla çıkmalı...

Bu Yürüyüş Ya Siyaha Ya Beyaza...

Beşiktaş stabil şekilde istekli futbol oynuyor uzun yıllardır... Sergen, Tümer ve bitik renkli büyük eskileri gittiğinden beri bu iş böyle... Ertuğrul Sağlam'la ya da Tigana'yla maç içinde kırılganlık da gösteren bu istekli futbol Mustafa Denizli'yle birlikte sayıca eksik kalmadıkça sekmeden her maça yansır oldu.

Son üç aydır, ligin konjonktürü işleri Beşiktaş için yoluna koydu. Kaybedilen 8 puan çok sıkıntı yaratmadı, nitekim rakipler hep daha fazlasını kaybetti ve "Ya tamam ya devam" maçları sıkıntı yaratmadan Mayıs'a kadar ötelendi...

Pazar günü ise, Beşiktaş'ı üç ihtimalli çok kritik bir deplasman bekliyor. Bu ligin gerçek deplasmanlarından biri Eskişehir. Geçen sene zar zor bulduğum Numaralı biletiyle İnönü'nün nasıl da hakkını verdiklerini karşıdan izleme şansı bulmuştum. İlk yarıdaki maç Beşiktaş'ın ve Tello'nun çok iyi oynadığı maçlar arasına girdiğinden, çok fazla seslerini duyamadık. Ama bugünlerde yaşadıkları sıkıntıları da göz önüne alırsak; taraftarıyla ve iştahlı futbolcularıyla maça sonuna kadar asılacaklardır.

Beşiktaş ideal kadrosuyla ve sıradanlaşmış iştahıyla oynarsa, ligin nisbeten dişli Eskişehirspor'unu maçın başında kalesinin önüne yığıp, golü erken dakikalara sıkıştırabilir. Ancak Youla'nın savrukluğuna rağmen süratli deparları ve olası bir kilitlenmiş, boşa harcanmış ve önde bitirilememiş ilk yarı Beşiktaş'ı sıkıntıya sokacaktır ve maçı sıkıştıracaktır... Sivasspor'un muhtemel puan kaybı sonrası ikinci defa ıskalanacak liderlik ve maçın ardından gelecek Galatasaray galibiyeti haberi, Fenerbahçe derbisini yine "ya tamam ya devam" kıvamına getirebilir...

Açıkçası, Denizli'nin takıma kat ettirdiği şampiyonluk iştahı maratonu sonrasında taraftara aşıladığı müthiş güven tartışılmaz... Yine taktik anlamda başarısı yıllardır tartışılan Denizli'nin ilk aylarında daha çok karşılaştığımız stabil olmayan takım taktiği ise taraftarı maç içi tedirginliklere itiyor maalesef... İnönü'de alınamayan liderlik ben ve benim gibi düşünen nisbeten kötümser taraftarları maalesef huzursuz ediyor. Daha kötüsü bu haftaki sonuçlar neticesinde kazanamayan bir Beşiktaş'ın Galatasaray'ı yarışın içine çekme ihtimali... 33. haftada oynanacak böyle bir şampiyonluk maçını elbette Digiturk ve bu işten servet kaldırmış Türk medyası heyecanla bekleyecektir, bizim için ise 2003 Mayıs'ındaki 5 puanlık farkla girilmiş bir derbiden başka kabul edilebilir bir durum yok 33. hafta için...

Maç Bileti 0 TL!

Geçen sene Mayıs'ta sanırım, İnönü'de Play-Off maçları var... Yarı Final'i kaçırdık, nitekim iş güç derken kovalanması zor hikayeler... Final için epey heyecanlandık ama Biletix'ten bilet bulamayınca, mecburen stada gidip, karaborsadan bir adet Numaralı bulup içeri girdik...

Bu sene Türkiye - İspanya maçı... Biletix çökünce ümidi kaybettik. Sonradan öğrendik ki sponsor firma stadı komple kapatmış... Arkadaşımız üzerinden bulduk bileti içeri girdik... Tabii ki fiyatı 0 TL... İkinci opsiyonumuz karaborsada sorduğumuz 0 TL matbu fiyatlı piyasa değeri 200 TL olan numaralı biletiydi... Paramız cebimizde kaldı...

Bir kaç yıl önce Türkiye - Yunanistan maçı... Bilet bulunamadı. Kapalı alt yanlış hatırlamıyorsam 50 TL... Yakın arkadaşım maça gitti ve içeri 15 TL'ye girdi. Üstelik Kapalı tribüne ve matbu fiyatı 0 TL olan sponsor biletiyle...

Bu 0 TL'lik bilet hikayesi böyle birşey işte... En illet olduğum tarafıysa üzerinde 0 TL yazan ve karaborsada satılan sponsor biletleri. İlkesiz futbol yönetimlerinin ülkemize soktuğu bir gelenek bu... Karaborsanın bu kadar prim yaptığı bir ortamda sponsora ayrılan bilet %1'i geçemez, geçmemeli... Ben maça parasını verip girmek isteyen taraftar olarak eline geçen bileti karaborsa yapan şerefsiz sponsor çalışanından bin kat daha değerliyim... Zaten sponsora verilen bedava bilet, bedava loca ne demektir?? Adam mı sana sponsor sen mi adama? Zaten sana futbolcu aldım deyip, sonradan futbolcuyu sana üzerine kar ekleyerek satan adamları sponsor yapmışsın kendine, bir de bilet vermek niye?

Çok kızıyorum bu hikayeye ama ben de suyunu içtim bu sponsor biletleri değirmeninin... 2003-2004 sezonunda kombine karta param yetmeyince, eş dost aracılığıyla Beşiktaş'ın her maçına sponsor biletleriyle girdim, saklamak yersiz... Ama işin henüz bu kadar cılkının çıkmadığı 2004'te bile benim elime 20 tane sponsor bileti geçebiliyorsa, bugününü varın da düşünün...

Türkiye'de futbol izlemek halkın %90'ını stadların dışında bırakacak kadar pahalı... Stadyum koşulları modern stadyumların çok gerisinde... Her şeye rağmen, bu stadlarda oynanacak maçlara para vermeye hazır futbol seyircisine en çok koyan şey ise 400 TL'ye bilet satılan ve biletleri çıktığı gibi tükenen maçlarda bile 1000 tane 0 TL'lik numaralı biletinin karaborsada satılıyor olması... Bu durum yönetim zihniyetimizin de en az stadlarımız kadar köhne ve dökük olduğunu gösteriyor...

20 Nisan 2009 Pazartesi

NTV Spor'da Taraftarın Sesi: "Yenilsen de Yensen de"

Bugün itibariyle NTV Spor'da 18.30'da yeni bir program start alıyor. Yenilsen de Yensen de... Beş taraftar, Bağış Erten ve Banu Yelkovan yönetiminde takımlarının durumunu, taraftarın ruh halini, stadyumlarda konuşup, bloglarında yazdıklarını artık NTV Spor ekranında tartışmaya başlıyorlar. Programda ben de dahil olmak üzere, yedi kişilik Beşiktaş kadrosu olarak ilk beş çıkmak üzere hazır kıta bekliyoruz... Bugün Fenerbahçe, yarın Galatasaray ve Çarşamba günü de Beşiktaş programları sahne alıyor...

Yedi kişilik kadromuzda, sözlükten Jessie, Raul Gonzales ve ben; blog camiasından Papa Bouba Diop'tan Bianconeri, Şairler Parkı'ndan Marmara, Gol Atan Kaleye'den Mustafa ve Eurosport'tan Onur var...

Not: Fotoğraf kenardan izlediğimiz Galatasaray programından... Yoksa Beşiktaş kadrosunda sarı-kırmızı giyinenler yok :)

10 Nisan 2009 Cuma

Kocaelispor...

Seneler önce çok kızmışlığım var bu takıma... Sonra sonra herhangi bir kulüpten daha yakın ya da daha uzak da görmedim onları... Ama bu camia olduğu yeri hak etmeyen bir camia... İzmit yollarından sık sık geçtiğim yıllarda Süper (!) Lig'de olmamalarına yanışım da ondan... Bugün Beşiktaş kazandı ve evet kafamı tavana vurdum... Ama bir yandan da bir o kadar üzüldüm. Bunu da görmek varmış, başarılar Kocaelispor...

24 Mart 2009 Salı

Maç seçerken büyük (!) kalmak...

Moda tabir bu şimdi... Galatasaray ve Fenerbahçe maç seçiyorlar. Oysa maç seçmeseler, onlar tüm galaksilerin en büyükleri...

Oturup düşünelim, kimler maç seçiyor başka? Bursaspor, Gaziantepspor, Kayserispor, İstanbul BB, Ankaraspor, Eskişehirspor, Kocaelispor hatta ligin 2. haftasında gördük ki Hacettepe... Neden bu takımları seçtim? Çünkü bu takımlar büyüklere karşı oynadıkları maçlarda hatrı sayılır ölçüde puan alan takımlar ve ligin aşağı kısmında yer almaktalar... Demek ki büyüklere karşı oynadıkları gibi, diğer rakiplerine karşı da oynasalar bunlar da şampiyonluk yarışının içinde olacaklar... Kıyaslayınca bu takımlar nasıl adlandırılıyor? "Anadolu takımları"... Rıdvan Dilmen onlar için "maç seçiyorlar" demedikçe, kimse maç seçtiklerini düşünmüyor. Herkes onları "küçük takımlar" olarak addediyor.

Maç seçmek ile hedef maç sahibi olmak arasında ciddi farklar var. Daha önemlisi bunu görebilmek. Hedef maçlar takımın hedefi doğrultusunda gelişen maçlar olmalı. Yani, gidip Lincoln'ün kendini Almanya'ya ispat amacıyla seçtiği maç Galatasaray'ın hedef maçı olmayabilir. Yani seçilecek maçları takım hedefleri değil de futbolcuların bireysel tercihleri belirliyorsa, hedef maç eksikliği yaşamaya başlayacaksınız demektir. Çünkü, hedef maç sahibi olmanın ön koşulu doğal olarak hedef sahibi olmaktır!

Sonra sorarlar elbette, madem seçtiğiniz maçlarda efsaneler yazıyorsunuz; neden Steau Bükreş ya da Dinamo Kiev maçlarını seçmediniz? Maçın tam da ortasında on kişi kalan rakiplere karşı içeride oynanan maçları, ya da psikolojik olarak karşınıza mağlup gelen ezeli rakibinizi seçmek kolay olduğu için olmasın?

Demek ki dönüşüm söz konusu. Yani sadece büyük maçlara konsantre olmak hikayesi sizi büyük yapmıyor maalesef... "Küçük" dediğiniz takımlara doğru büyük bir değişim, evrim yaşıyorsunuz... Bu da medya pompalı hormonlu "büyümenin" yan etkisi olsa gerek...

"Maç seçmek" denilen şey kimlik kaybının "havalı" ya da ecnebi diliyle "cool" adlandırılması bugünlerde... Maç seçmiyor, kimliğinizi kaybediyorsunuz; fark ettiğinizde de iş işten geçmiş olacak... Beşiktaş kimlik kaybını hedef oryantasyonu olmayan adamları kulübün başına getirerek yaşadı. Rakiplerin bunu yaşaması ise, futbolcuya ve futbolcu çetelerine dayalı sistemle geliyor. Sanırım yaşanılan bu kimlik kaybını en iyi şekilde on yıl önce Kadıköy'e, İnönü'ye ya da Sami Yen'e gelen Anadolu takımı futbolcularına, taraftarlarına sorduğunuzda anlayacaksınız...

19 Mart 2009 Perşembe

Unutmadık, unutmayacağız...

Bir tarafta bu kulüp için çalışırken canını vermiş bir adam... Öte tarafta tesise Aşçıoğlu adını vermek için "Milyonlarca dolar harcayacağım ben bu projeye" diyen bir başkası... Hem de Fulya'nın her yerinde Aşçıoğlu yazarken...

Mimar kızınız İpek'le aynı çatı altında çalışma şansım oldu, stajer olduğum dönemde... Ne kadar olağanüstü ve ne kadar takdir gören biri olduğunu biliyorum. Bu işin bayrağını taşıyarak da nasıl bir Beşiktaşlı ve nasıl da babasının kızı olduğunu da öğretti bize... Ruhunuz şad olsun Şan Ökten... Adınız o koca gökdelenlerin yanında duruyor hala. Yüz milyonlarca dolardan çok daha kıymetlisiniz. Çocukluğundan beri parayla oynayanlar bunu öğrenememiş, ama biz öğrettik... İmzalarımızın mürekkepleri yeni yeni kuruyor, ama öğrettik...

18 Mart 2009 Çarşamba

Colin Kazım...

Üstteki hareketin anlamını bilenler muhakkak vardır. Pozitif bir işaret, bilmeyenler Flying Dutchman'den okuyabilir.

Bugün Fanatik'te açıklaması çıktı! “Beşiktaş yöneticisi Mario Berk, sürekli beni arıyor. Profesyonelim ve kariyerimi düşünmek zorundayım.” La havle deyip, konuya geçelim...

Bundan sonra Fenerbahçe kötü gittikçe, "Alex Beşiktaş'a", "Kazım Beşiktaş'a" saçmalıkları devam edecektir... Sebebi Demirören'in basiretsizliği ve anlamsız şekilde o kadar eski Fenerbahçeli'yi takıma doldurması elbette... Bugün Nobre, Rüştü ve Yusuf'un varlığından dahi huzursuzluk duyulmasının sebebi de bu.

Öte yandan, Beşiktaş'ın bir daha Fenerbahçe geçmişli adam alacağını zannetmiyorum. Rüştü ve Nobre gibi Türkiye piyasasında alternatifsiz tek futbolcuları Gökhan Gönül şu anda... Uğur, Volkan, Selçuk, Kazım gibi futbolcuların alternatifleri ise bol. Zaten Kazım'ı bu ekipten bir ayırmak lazım, Kazım'ın futbolcu olduğu bile tartışılır. Gözümde Fenerbahçe'nin geçen sene kaçan şampiyonluğunun sebebidir. Malum, İnönü'de formda Deivid'i aratmadığı için ve Chelsea'ye attığı gol sayesinde kadroda yer buldu kendisine genç adam. İnönü'de yaptığı tek iş İbrahim Üzülmez'i perişan etmekti. Bugün Rıdvan'a formayı giydirseniz, karşısına İbrahim Üzülmez'i koysanız, on kere daha perişan eder!

Olayın özünde zannediyorum, Fanatik'in Fenerli okuyucularının egolarını iyi giden Beşiktaş taraftarına karşı okşama isteği yer alıyor. Ama buna çıkıp, Fenerbahçe Spor Kulübü'nün resmi sitesinden açıklama yapması sadece komik. Colin Kazım gelip, Holosko'yu mu, Tello'yu mu, Delgado'yu mu kesecek? Colin Kazım iddia ediyorum Serdar Özkan'ı bile kesemez! Zaten Fenerbahçe'nin açıklamasında da "alın bu adamı" iması içeren, "başkan gelsin konuşalım" tarzı bir yorum söz konusu. Üzerine atlamışlar demek ki... Aman uzak olsun top cambazı soytarılar Beşiktaş'ımdan...

17 Mart 2009 Salı

Marc Batta

Hatırlayanlar hatırlayacaklardır...

Nerden çıktın da aklıma geldin be adam... Vebalimiz üzerinde...

16 Mart 2009 Pazartesi

Gökhan Zan

Kimsenin sakatlanmasını istemiyorum elbette. Futbolcular ekmeklerini, sağlıklarıyla kazanıyorlar. Yıllar yılı oynasalar bile, yükselen hayat standartları ve ailelelerinin geçim dertleri ile hepsinin öyle süper hayatlar yaşamadığı da ortada... O yüzden Gökhan Zan da sakatlanmasın elbette...

Öte yandan, Gökhan Zan oynamazken Beşiktaş savunmasını, daha rahat olan Sivok'u ve inanılmaz Toraman'ı gördükçe; Gökhan Zan daha faydalı olacağı bir takıma gitsin istiyorum... Her gün daha fazla... Gönül ister ki, Gökhan Zan iyileşsin, şampiyonluğu görsün ve gitsin Beşiktaş'tan... Çünkü Gökhan Zan'ın yedekliği de problem, oynaması da.

Bugün iyi tarafımdan kalktığım için böyle konuşuyorum tabii, bilen bilir... Üç hafta sonra yine Gökhan Zan'ın üzerinden kafa vuran bir Alex görürsem, bu kadar hoşgörülü olamayacağım.

Ya tamam ya devam maçı vol.2...


İlginç ama gerçek, Beşiktaş iki haftadır "Ya tamam ya devam maçları"na mola verdi... Hatta öyle ki, kaybetmediği sürece yarışın içinde kalmayı neredeyse garantiledi...

Sivasspor maçları Beşiktaş için hep enteresan skorlarla sonuçlandı... İnönü'den biri PAF takım hikayesi ve Liverpool hüsranı ile süslü karambol ötesi bir maç biri ise Runje'nin hediyesi olmak üzere tam iki galibiyet çıkaran Sivasspor, bu senenin ilk yarısında da sonlarına doğru kontrolünü tamamen kaybettiği maçta 1 puan çıkarmayı başarmıştı... Aynı şekilde Beşiktaş da Sivas'tan hiç eli boş dönmedi. Üstelik Sivas'ta puan kaybı bile yaşamadı!

Görünen o ki, Beşiktaş zirvedeki rakiplerinden birine karşı ilk defa rahat bir şekilde sahaya çıkıyor... Yani önemli maç kazanamama baskısını atlatmak adına çok kritik bir eşiğin karşısında Beşiktaş... Denizli'nin meşhur 26. haftasına en ciddi rakiplerinin en az 4 puan önünde koşuyor. Üstelik sürpriz rakiplerinden birinin üzerine çıkıp, ona iki puan fark atmayı başardı. Bir diğerini ise kenara itip, devre dışı bırakma şansını ellerinde tutuyor.

Denizli'nin yanlışlarının ve doğrularının yanında en fazla göze çarpan ise Beşiktaşlı futbolculara kazandırdığı kazanma azmi... Sanırım aylar önce bahsettiği Şampiyonluk ihtirasını Camianın seviyesinde olmasa da yavaş yavaş yaşamaya başlıyor Beşiktaşlı futbolcular. Bunun en önemli göstergesi maçlara fırtına misali başlayan takım ve ilk on dakikaya sığan inanılmaz pozisyonlar. Soyunma odasından gerilmiş birer ok misali fırlıyor Beşiktaşlılar... Bu da taraftarın içine daha ilk dakikalarda güven aşılıyor elbette...

İlk yarıda da benzer bir performans sergileyen Beşiktaş'ın ikinci yarıdaki avantajı büyük maçları içeride oynayacak olması gerçeği. Üstelik rakiplerin sürekli sendelemesiyle, maçlara avantajlı çıkacak Beşiktaş'ın Holosko'nun bulacağı boş alanlarda rakiplerini sallaması muhtemel...

Lige verilecek arayı da hesaba katarsak, temposunu kaybetme ihtimali bulunan Beşiktaş Sivas'tan galibiyetle dönerse ligin son 9 haftalık etabına çok büyük bir avantajla başlayacak. İçeride alınacak bir Kayserispor galibiyetiyle muhtemelen rakipleriyle arasındaki farkı da onulamaz seviyede açacak... Beraberlik durumunda rakiplerini yaklaştırmak ve yarışı beşlemek adına önemli bir kayıp yaşayacak ama yine de yarışın içinde olacak. Ancak kaybederse, Sivasspor'a şampiyonluk yolunda çok önemli bir avantaj verecek ve her haftasonu en az dört maç takip ederek yaşamaya devam edecek.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Anlayan beri gelsin...

Beşiktaş'ın ne oynadığını anlayan beri gelsin, on kişi konuşuyor, onu da ayrı taktik söylüyor... Umut Sarıkaya üsttekini Ergenekon için çizmişti, sanki Denizli'nin Beşiktaş'ına daha uygun gibi...

19 Şubat 2009 Perşembe

"Biz Beşiktaşlıyız"

Beşiktaşlılık ile ilgili okuduğum en iyi yazılardan biri, tıklayın ve okuyun... Ellerine sağlık marmara... Yazının orijinal başlığı yazının içeriğine daha uygun, benim bu posta koyduğum başlık ise yazının her yerinde kulakta yankılanan o iki sözden ibaret...

Fotoğraf da yazı da Şairler Parkı'ndan...

17 Şubat 2009 Salı

İbra Gelenektir vol.3... the end...

Söylenecek bir şey kalmadı... İbra bir Beşiktaş geleneğidir...

Dün Lig Radyo'da özür dileyerek adını hatırlayamadığım bir divan kurulu üyesinin konuşmasına denk geldim. Özünde şunu söyledi: "Beşiktaş'ın sıkıntılarının çözüleceği yer Genel Kurullardır, Beşiktaş'ın iç problemleri mahkeme koridorlarında çözülemez." Ne kadar güzel ve kulüpçülük için ne kadar doğru bir yaklaşım değil mi...

Fakat işin öteki yüzü var, ve bu öteki yüz artık beni tiksindiriyor... Nedeni ise, bu kulübün 10 bini aşkın oy vermeye yetkili genel kurul üyesinin sadece bin beşyüz tanesinin Mali Genel Kurul'a katılması... Sahipsizlik artık tahammül edilemeyecek seviyelerde... Bu kulübü kurtaracak, gerçek Beşiktaşlılara emanet edecek birine ihtiyacımız var. Beşiktaş'ın kurtuluşu 100,000 üyeden geçiyor, bunu görüyorum... İndirin 250 Milyona bu kulübe üye olma bedelini ve kurtarın Beşiktaş'ı... Ben Beşiktaş taraftarı olarak bu yönetimi ibra eden o altıyüz kişiyi ibra etmiyorum. Dahası bu genel kurula katılmayan 9000 kişiyi Beşiktaş'ın göreceği her günden mesul tutuyorum... Yazıklar olsun... Bu mudur Beşiktaş'ın geleceğini, varlıklarını ve değerini koruyacak olan Genel Kurul?

Korner atmaya mecali kalmayan Tello...

Daha önce Çapkın Delikanlı Tello başlığıyla eşi Kanada'dayken "Türk genci tanışmak ister" misali piyasa yapan, alemlere akan Tello'yu anlatmıştım... Öncelikle, bu kadar gece hayatına düşkün, biraz bizden olan Güney Amerikalı genç arkadaşların İstanbul'da, Anadolu'dan çıkıp Hülya Avşar'ın kucağına düşmüş Tanju Çolak misali şaşkına döndüklerini düşünüyorum... Hele Bobo, Alex ya da Nobre gibi sıkı bir aile hayatına sahip değillerse...

Tello'nun en büyük problemi bu mudur bilemem tabii... Bana kalacak olsa zaten değil... Evet futbolcu disiplinli bir hayat sahibi olmalı, ama bu "dışarı çıkıp gençliğinin ve parasının tadını çıkarmayacak" anlamına gelmemeli, gelemez... Tello hayata dair disiplin sahibi bir insan olmasaydı, zaten bugünkü futboluna, bugün kazandığı paralara, Şili Milli Takımı kadrosuna falan da gelemezdi...

Tello'nun problemi takımda alacağı rol ya da roller... Tello gibi tabiri caizse sefa pezevengi futbolculara takımın bütün ofansif ve/veya defansif yükünü verirseniz, karşılığında alacağınız şey her koşulda değişken bir çıktı olur... Yani bir gün size maç kazandırır, bir gün rakibin canına okur, bir gün çıkar iki gol atar, ama kalan on gün sizi hayattan bezdirir, her maça iki gol sıkıştıracağını düşünüp önüne gelen topla kaleye gitmeye çalışır, şut atar, vs... Bu kadar kritik bir rolü dünyada verebileceğiniz futbolcu kalmadı artık... Örneğin Gerrard bile bu yükü dağıtan bir takımda oynuyor, bütün muhteşem lider özelliklerine rağmen!

Beşiktaş'ın teknik direktörü ve eski teknik direktörü maalesef Tello konusunda kararsız kalmakta son derece kararlılar... Sezon başlarında aslan kesilen bu adam, "maden bulmuş defineci" yaklaşımındaki teknik direktörler yüzünden her gün daha bitik, her gün daha yorgun ve her gün daha bezgin görünüyor sahada... Üstelik, sezon başlarında az inisiyatif verilen ve olağanüstü oynayan bu adam, takımda ön plana çıkıp, liderlik yapmaya başladığında oluyor bunlar hep... Antalya maçında soldan kullandığı korner karşı tarafta kornere gidince üzülüp, kafasını öne eğen ve oraya zorla giden adamdan bahsediyoruz... Yok mudur koca Beşiktaş'ın ikinci bir kornercisi?

Koca Beşiktaş en çok korner attığı sezon olan 2008-2009 sezonunda iki korner golü bulmuş... Tello'nun başına gelenin özeti budur... Bu adamı sahanın içinde disiplinli olacağı bir pozisyona vermezseniz, isterse beş yüz korner atsın, hepsini ancak ön direğe kesecek mecali var Şili'linin... Ben çok sıkıldım Tello'yu önce sağ kanatta, ardından sol kanatta, sonra tekrar sağda sürekli kötü top kullanırken görmekten... Biri çıksın, kurtarsın bizi bu eziyetten...

Beşiktaş:1

Maçın özeti skorda ev sahibi lehine yazan skordan ibaret maalesef... Seneler sonra geri dönüp baktığımızda göreceğimiz de bu... Beşiktaş sadece 1 gol attı ve 1 tane yedi... Sadece 1 puan aldı... Şampiyonluğu bu beraberlikle bir kez daha kaybetti...

Bu kadar az gol üretebilmenin sebebi ortak bir akıl yürütememek... Beni tribünde kendimden geçiren, inanılmaz baskılı futbolun sebebi ise Cisse-Ernst-Sivok üçlüsünün müthiş pozitif futbolu... Üç tane akıllı defansif oyuncunuz varsa, maçı rakip sahaya yıkmanız işte bu kadar kolay... Üstelik rakip çift forvetli, eksiksiz Trabzonspor olsa bile...

Cisse maç içinde bir ara konsantrasyon kaybı yaşadıysa da, kendisinin yerine düşünülen Ernst ile birlikte mükemmel bir orta saha yardımlaşması yarattı... Yazık ki bu ikilinin önünde artık formu yerlerde sürünen, aklını oyuna nedense veremeyen Tello, güvensiz Yusuf, yorumsuz Serdar Özkan başladı maça... Bu üçlüden, hadi Serdar'dan vazgeçtik, bu ikiliden biri biraz daha oyunun içine girebilseydi, ilk yarı çok enteresan bir skorla bitebilirdi...

Öte yandan, Sivok'u pas geçen o inanılmaz ara pas için Cale'ye söyleyecek şey bulamıyorum. Trabzonspor iyi bir golü ancak böyle bir pas ve böyle bir fırsatçılıkla atabilirdi... Bir türlü beğenemediğim Gökhan Ünal, takımının tek gol vuruşu şansını resimde görülen konsantrasyon seviyesiyle isabetli kullanınca işler Trabzonspor lehine dönmeye başladı... Ancak ikinci yarıda Song sürekli Bobo'ya top kullandırmaya başlayınca, yorulduklarını ve golün geleceğini hissettik... Bobo bu topları biraz daha pozitif kullansa, ya da Delgado ve Tello bu topları alıp kendileri kullansa, bugün çok tatmin edici bir galibiyetten bahsedebilecektik...

Neticede, müthiş bir tempoda oynanan maça akılsızca harcanan onlarca duran top ve daracık alanda onlarca pozisyon yaratabilecek fırsatlar damga vurdu... Böyle baskılı oynanan maçlarda son vuruşlardaki beceriksizlik konuşulur olmalıyken, biz hep son vuruşa hazırlanacak son pasın beceriksizliğini konuştuk... Nitekim gömüldükçe gömülen, Nobre'ye mi Bobo'ya mı baksın şaşıran Trabzonspor savunmasına üç ya da dörtten fazla zorlayıcı orta atamadı Beşiktaş hücumcu orta sahaları...

Değişen bir şey yok, 15 Şubat saat 18.59'da şampiyonluk konuşamıyorduk; 20.55'de de konuşamaz kaldık... Bu takımın bu sene sonuna kadar iyi maçlar çıkarmaya namzet olduğu bir gerçek, ancak Denizli'nin mentalitesiyle Beşiktaş'ın bir yere gidemeyeceği de bir o kadar aşikar...

8 Şubat 2009 Pazar

Wishful Thinking...

Bunun tam açıklaması bu, evet... Şampiyonluğu kazanacağını düşünmek, istemek ve en sonunda ise inanmak sadece bununla açıklanabilir: "Wishful Thinking" (düşünceyi istekler doğrultusunda şekillendirmek)... Ecnebilerin güzel söz gruplarından... Bizde buna benzeyen temenni etmek var, ama o kendisini keskin şekilde ayırıyor bundan tabii...

Örneğin, derseniz ki bu sene %40 zam alacağım, o yüzden gideyim şunu şunu yapayım; bu muhtemelen "Wishful Thinking" dediğimiz kavrama tekabülk edecektir... Nitekim Türkiye şartlarında %40 zam almak herkesin başına gelen bir durum değil! Hayata dair planlarınızı bu doğrultuda yapmaya başladığınız noktada siz kendinizi "whishful thinking"e kaptırdınız demektir... Temenni etmek ise ihtimallerin tam olarak farkında olunan noktadadır... %40 zam almanı temenni ediyorum dediğinizde, bilirsiniz ki bu iş zor... Aynı şekilde, takımınız üç pas yapmaktan acizken, herkesi eze eze şampiyon olacağınızı düşünüyorsanız, yine aynı noktadasınız demektir... Bunu da en iyi açıklayacak şey "Wishful Thinking"... Tabii bu olmadan hayat yaşanılır bir yer olmaktan çıkar, düşünsenize, her şeye objektif ya da karamsar baksanız, nasıl aşık olur, nasıl inatçı şekilde mutluluğu kovalar ve nasıl olur da yaşamaya devam edebilirsiniz?

Neyse konumuz Beşiktaş... Ve ben kendi adıma Beşiktaş adına olumlu şekilde düşünme yetimi kaybetmeye başlıyorum, artık olumlu düşüncelerden geçtim, Beşiktaş ile ilgili hayal bile kuramıyorum... Şu anda tek isteğim, kupada Fenerbahçe'yle eşleşip, içerde ve dışarda gerçek anlamda bir heyecan yaşayarak sezonu kapatmak... Çünkü sezonun son kilometrelerine sarkmış derbilere heyecan ve iddia taşıyabileceğimize inanmıyorum, dahası örneğin Fenerbahçe'nin de o maça Şampiyonluk iddiasıyla çıkacağını düşünmüyorum... O tatsız maçlardansa, keyifli bir kupa eşleşmesiyle yürümek, ona bel bağlamak bugün Denizli'ye ve Demirören'e nasıl daha çekici geliyorsa, bana da o kadar çekici geliyor...

Ya tamam ya devam maçı...

Basının en sevdiği klişe başlıklardan biridir: "Ya Tamam Ya Devam Maçı"... O yüzden şu an Beşiktaş'ın durumunu anlatmakta kullanılabilecek en doğru yol bu meşhur klişeyi kullanmak...

Beşiktaş Mustafa Denizli'yle yedinci veya sekizinci defa "ya tamam ya devam maçı"na çıkıyor... Bu iş ligin bu kadar erken haftalarında karşınıza çıkıyorsa, büyük sıkıntınız var demektir... Mümkün mertebe spor sayfası okumaktan kaçındığımdan, gazetelerin saçmalıklarını spor sitelerinden gözüme çarptığı ölçüde takip ediyorum... Son bomba "2009'a süper başlayan Beşiktaş"tı... Kimleri yenmiş Beşiktaş bakalım;

- Yorgunluktan ayakta duramayan Werder Bremen
- Gaziantep BB
- Mucize bir Gaziantepsor galibiyeti
- Denizlispor
- Sezonun garibanı Antalyaspor
- Antalyaspor
- Antalyaspor

Sanırım bu maçların üçünü stadyumda takip edebildim... Sık sık yaptığım bir iştir, üst üste kaç pas yapabildiğimizi sayarım... Örneğin, ligdeki Antalyaspor maçında, benim yakalayabildiğim üst üste beş pas sadece bir defa söz konusu oldu... İşin komik tarafı, bu beş pasın aktörü sadece iki futbolcuydu... Yani şu an televizyonda izlediğim Tottenham Arsenal maçında üst üste yirmi pas yapıp atağa kalkan futbol takımlarının yanında, abartmıyorum, dört pas yapamayan bir takımdan bahsediyoruz... PES, FIFA oynarken bile bilirsiniz ki, iki üç kere pas yaparsanız sahaya yayılırsınız, daha geniş alan kullanabilirsiniz, en önemlisi rakibi üzerinize çeker ve pozisyon bulmaya başlarsınız... Bu takıma monte edilmeye çalışılan Ernst ve gariban Sivok orta sahada kaç kere kendilerini Gökhan Zan ve Zapo'ya gösterebildiler? Daha önemlisi, hala savunmanızda topu dan dun vuran Gökhan Zan'la oynarsanız, nasıl ileri adım atabilirsiniz?

Bu takımın reçetesi, Ertuğrul Sağlam'ın 2007 ve 2008 yıllarında Eylül sonuna kadar oynattığı futbolda gizli... Kendisine ihanet etmeseydi, şu anda şampiyonluk yarışındaki bir Beşiktaş'tan bahsediyor olacaktık... Sol bekte oynamak zorunda olan şımarık Tello, göbekte bu işi en iyi yapan Sivok Zapo olmadan Beşiktaş'ın oynadığına futbol demek imkansız... İki yıldır muhtemelen kaprislerine katlanamayarak Tello'yu ekonomik kullanamadığı bitik enerjisiyle serbest orta saha rolünde oynatmak futbol cinayetidir... Göbekte işleyen sistemden vazgeçip, Sivok'u orta sahaya kaydırmak ancak Zihni Sinir'e yakışacak bir harekettir... Üstelik artık elinde sadece Uğur değil, Ernst de varken... Sonra tabii ki savunmadan çıkamayan toplardan, olmayan akınlardan, "bloklar arası kopukluk"tan bahsederiz... Futbol düşünüldüğü kadar komplex bir oyun değildir...

5 Şubat 2009 Perşembe

The Curious Case of Benjamin Button

Bir haftada üç kere Antalyaspor fazla geleceğinden, belki de mide bulandıracağından, Erkan Zengin'i ilk kez görecek olma ihtimaline rağmen, maçtan vazgeçip, cazip bir teklif olan The Curious Case of Benjamin Button (TCCOBB)'ın özel gösterimine gidiverdik... İyi ki de öyle yapmışız diyecektim... Gel gör ki, Fabian ilk maçına çıkıvermiş İnönü'de... Spor haberlerini sıkı takip etmemenin, bloglara kaptırmanın cezası kesiliverdi böylece...

Film şahane, diyalogları, Forrest Gump'ı anımsatan sahneleri ve "herşeyden biraz olsun"u kotarabilmiş yönetmeniyle mükemmel bir eğlencelik... Beşiktaş'a değişilir mi? Elbette hayır, biz Antalyaspor'a değiştik diyelim... Şimdi gidip Fabian'ı çıplak gözle izleyenleri bulup okuma zamanı...

3 Şubat 2009 Salı

James Troisi

Memleket dışındaydık, sonra araya iş güç girdi, bu adam hakkında iki şey karalayamadık! James Troisi, Eylül'den beri bu memlekette top tepiyor... Newcastle'dan geldiğinden başka bir şeyini bilmediğimden ve Alman Ligi, Premier League diye kanal kanal gezdiğimden olsa gerek gözüme çarpmamıştı, ta ki herkesin gözüne 200 km ile çarptığı Kayserispor maçına kadar...

Tek cümleyle anlatmak lazım, özetlerde izlediğim adam her 90 dakikasını heyecanla beklediğimiz ve hayırlısıyla artık Arsenal'de izleyeceğimiz Arshavin'i hatırlattı bana... Rus ligi bittiğinden, Arshavin'siz kalmıştık, belki Troisi bizi doyuruverir... Üç ayda bir kere gözümüze çarptığına göre, ya uyum sorunu yaşadı ya da istikrarsız... Problemi (hala mevcutsa) ne olursa olsun heyecanla içeride oynayacağımız Gençlerbirliği maçında çıplak gözle izlemeyi bekliyoruz...

Nobre, Nobre Nobre...

Bu tezahüratı hiç sevmedim ama daha iyisi yapılana kadar en iyisi bu işte... Sanki biraz geçiştirmelik... Zamanında daha iyisini karşı tarafın tribünleri yazmıştı bu adam için... O yüzden bir garip zaten... Bobo, Delgado ya da Tello'ya atfedilen tezahüratların yanında epey düşük profilde ve coşkusuz...

Konu tezahürat değil, şimdilik... Konunun başı yukarıdaki resim... Bu resim Nobre sevgimi anlatmaya yetiyor heralde... Taraftarın Pazar akşamı yediğimiz ilk pozisyonda futbolcuların yüzüne bakınca gördüğü o şaşkınlığa isyanı bu sevgi... Seneler önce Toshack Beşiktaş'ı bırakıp (çok şükür ki) Real Madrid'e gittiğinde ve tabii ki Real Madrid'i de çökerttiğinde "Futbolcularım sahada kafası kesik tavuklar gibi, ne yaptıklarını bilmeden koşturuyorlar" demişti... Beşiktaş futbol takımı da bu tanımlamayı sonuna kadar hak ediyordu işte...

Nobre'yi farklı kılan ise, hep doğru şeyleri yapmaya çalışması... Doğru yere gidip topu indirmesi, doğru yerde topla buluşması, en yakındaki arkadaşına pasını vermesi... Nitekim kimse ondan Pascal gibi 70 metrelik bir pasla Münch'ü kaleciyle karşı karşıya bırakacak bir süperstar olmasını istemiyor... Ve tabii ki, bitmek bilmeyen enerjisiyle Rafael Nadal usulü pes etmezliği... Taraftar da onu on haftalık gol orucunda (ah Fotomaç) bu yüzden bağrına bastı işte...

Sonuçta geldiğimiz yer ise Pazar günü... Nobre, kendisine bu vasat-altı tezahüratla, ama gür sesle seslenen Beşiktaşlılara sırtını döndü ve kulübesine gitti... Sahada iyi bir golcü varken bir başkasını sahaya istemek ne kadar riskli bir hareket görmüş olduk böylece... Bobo'yu zaten kaybederken, Nobre'yi de taraftar aracılığıyla kaybetmek... Sakın bu bir vedaya dönüşmesin?

Holosko geldiğinden beri, hepsini ayrı ayrı, ve hepsini aynı şekilde sevdiğimden olsa gerek her maça, hangisi yedekse, ona üzülerek başlıyorum... Şu yazıya bile yansıyan kafa karışıklığını bu ruh hali açıklayabilir sanırım...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Taraftar Sosyal Anketi...

Sporu seven, bir şekilde taraftar olduğunu iddia eden herkesin katılması gereken bir anket... Aceto'nun dediği gibi, akademik bir çalışmaya referans olacak...

http://taraftarsosyalanketi.blogspot.com/

19 Ocak 2009 Pazartesi

İbra Gelenektir vol.2...

8 Şubat 2009 günü Beşiktaş JK Mali Kurulu toplanacak... Eğer çoğunluk sağlanamazsa 15 Şubat'ta kesin olarak toplantı gerçekleştirilecek... Mali Kurul'un ne kadar önemli olduğunu kimsenin bilmediği bir ülkede yaşıyor olmalıyız ki, kulüplerin ibra edilememesinin ne kadar da alçaltıcı bir durum olduğundan dem vurulur bu memlekette... Oysa açıklanamaz, anlatılamaz şekilde olması gerekenden fazla para harcayıp, bunun karşılığında kendi cari hesabınızı artırırsanız ve bu işi en son apması gereken yönetici pozisyonundaysanız, hesap vermek zorundasınız... Tersine dünya memleketimde aksi yaşansa da, ibra edilememek yolsuzluk iddiasıyla suçlanan kişilerin, yönetimlerin karasıdır, kulüplerin değil...

İş hayatıma denetim sektöründe başladığımdan ve yıllarca hem dahili hem de harici denetimlerde bulunduğumdan olsa gerek, teker teker, kayıt kayıt incelemek istiyorum Beşiktaş'ın giderlerini... Üzerine, tüzüğe ek çıkarmak istiyorum, kulüp yönetimindeki herhangi bir kimsenin kulübe borç veremeyeceğine dair... Ya da belli rasyolara kısıtlamalı kulübe verilecek borçları (Yıllık Gelirin %50'si vs. gibi)... Zaten aklım almıyor, Sayın Güreli'nin yönetimde olduğu günlerde ve bu kulübün borcunu bugün Türkiye'de yaşayan herhangi bir adamın kredi kartı borcu seviyesine çektiğinde neden bunu yapmadığını...

Anlatacak, volume volume yazılacak çok şey var tabii... Ama ben şunu biliyorum, beş senemi verdiğim bu işten öğrendiğim tek satırlık bir bilgim bile varsa eğer,ben şu yönetim kurulunu ibra edecek oyu vermezdim, veremezdim... Oyunu ibra lehinde kullanacak insanlara da küçük bir sınav yapmak isterdim, verdikleri oyun ne anlama geldiğine dair bilgilerini sınamak adına... Çocuğumun üzerine güvenle giydireceğim siyah beyazların ve o tribünlerde hayalini kurduğum geleceğimin hesabını başka nasıl verebilirim ki...

* Karikatürün tercümesi: "Milby, bu departmanda yolsuzluk olduğuna dair raporlar aldık, bu konu hakkında bir şeyler biliyor musun?"