24 Aralık 2008 Çarşamba

Tribün Sevdası...

Tribün sevdası böyle bir şey işte... Aradan geçen gün henüz üç... Sinirlendik, delirdik, işkillendik bir şeylerden, ama geçti yine... Yarın maç olsa, sabah 10'da gitmek gerekse (keşke) orada olacağız yine...

Bu, futbol sevgisinden nasibini almamış birinin hayali değil elbet... Haftasonuna sıkıştırabileceği maximum maç sayısını hesaplamayanların işi olmaz bu hayallerle... Rakip tribünde izlediği maçların ezber bozmak yolundaki katkısını görmeyenler de anlamazlar... Tek taraflılar, rakibin mağlubiyetini izlerken kendinden geçenler, rekabeti taraf olarak izlemedikçe keyif almayanlar anlamaz bunu...

Kazanırsa başka türkü söyleyeceğiz, kaybederse baska... Bugünün, yarından ve dünden tek farkı bu olacak bizler için... Mühim olan, yeşil zemine 35-45 derece açıyla bakan betonarmede yer bulabilmek sadece...

23 Aralık 2008 Salı

Bazen Sevinç Paso Keder...

Tezahürat buna dönüştü önce... Sonra da hocaya sitemle süslendi... Dönüşmesi gereken, gitmesi gereken tek adama ise hala gitmedi... O da tuttu PFDK'ya gitti, oniki yıldır bu ligi çekip çeviren, sana tek şampiyonluğunu popülarite patlaması yaşadığın senede veren dekodere değil, hakem komitesinin başına gitti ve üstelik küfür etti... Yine beceremedi, zaten beceremeyecek...

"Kutu"nun içindeki çok sesli koronun hikayesi de bitti artık... Evet yine bağıracağız, yine eğleneceğiz beraber belki... Mottomuz "bazen sevinç", öyle değil mi... Ama bitti bu hikaye, uzatmalarını oynuyor artık... Kağıt üstünde şampiyon olabilme ihtimaline satıldı Beşiktaşlılık... Zamanı bir türlü gelmeyen protesto masallarına peşkeş çekildi...

2 Aralık 2008 Salı

Bir Tekmenin Hatırı..

Juninho... Benim için hala dünyanın bir numaralı duran top uzmanı... Çok uzak değil, daha senenin başında kaş göz yapıp da attırdığı muhteşem gol aklımda...

Önceki hafta şahane bir maç yaptı Lyon ve PSG... Parc des Princes'in önünde son derece agresif oynadı ev sahibi takım... O ara 1-0 geridelerken Juninho bir topa çok kötü vurup kendini sakatladı... Çok sinirlendi, gitti bir tekme salladı Rothen'e, en ayarsızından... En az on maç men almalı futbola yakışmayan böyle çirkin adamlar... Tabii duran top uzmanının başına gelen bu olmadı, sadece iki maç ceza ile yırtıverdi...

29 Kasım 2008 Cumartesi

Bazen kayıp gidiverir elinden...

Bazen kayıp gidiverir elinden bazı şeyler... Arkasından
bakakalırsın.

Kimisi ise yeniden çıkar karşına. Bu sefer öyle bir sarılırsın
ki kaçamaz, yapışıverirsin yakasına... Yapışacağız bu sefer,
nereye gitse peşinde olacağız. Kaçış yok, haftaya da
yanındayız... Nereye giderse oraya...

Varsın senin başındaki gitsin iki titrekle başlasın derbilere...
Varsın hak etmediklerin gelsin başına. Biz yanındayız...
Doksanüçte Kadıköy'de duyulan tek ses Beşiktaşlılarınkiyse, bil
ki tezahüratta ne dendiyse pesindeyiz:

"Şampiyon olacağız Beşiktaşim bu sene..."

28 Kasım 2008 Cuma

Maça Gidemeyen Çocuğun Hüznü...

Ne çok zaman geçmiş üzerinden... Yüreğime aynı acı saplanınca hissediverdim o gün yaşadıklarımı...

Yıllar yıllar öncesi, sanırım 1987... Henüz altı yaşında bir çocuğum ama gel gör ki Beşiktaş sevdası saplanmış kalbimize... Evdeki hazırlıklardan iki ablamın ve amcamın Kadıköy'e, Beşiktaş - Fenerbahçe maçına gideceğini hissediyorum... İlkokula erken başladığımdan, okumam da var, ve biliyorum ki o gün büyük gün... Benden gizlenen atkılar, şapkalar biraz sonra evden Eyüp'e inen yokuşta çantalardan çıkarılacak biliyorum... Dün gece ben uyurken hazırladıkları siyah beyaz örgüleri de görmedim zannediyorlar ama ben gördüm... İçimde bir huzursuzluk, bir kıpırtı... Biliyorum, beni o günler dünyadaki her şeyden çok seviyorlar ama, sanki Beşiktaş sevgisi akıllarını mı çeldi ne? Yoksa sürpriz mi yapacaklar bana... Bekliyorum... Saat 10, langır lungur evden çıktılar ve gittiler... Ben geride gözlerimde yaşlarla, oturmuş kalıyorum... O kadar mutsuzum ki, hayatım boyunca unutmayacağım bunu diyorum, sanki hayat nedir bilirmişim gibi... Yine koltukların minderleriyle kendime Karaşimşek yapıyorum ve mutsuz şekilde KIT'e komutlar yağdırıyorum... Hüznümü unuttur bana KIT...

Akşam oldu... Ve işte geldiler... Hatırladığım kadarıyla Beşiktaş kazanmış... Benim yüzümden düşen bin parça tabii... Hiç silinmeyecek bu ifade yüzümden diye düşünüyorum çocuk aklımla...

Bilincimin Beşiktaş'a açılışı ve ona sebep olan Fenerbahçe antipatim daha eskiye, hatırladığım ilk şampiyonluk olan 1986'ya yaslanıyor... Ama bu gidemediğim maç gününde yaşadığım hüzün, tarifsiz... En çocuk halimin, en saf Beşiktaşlı halimle yoğurulmuş olduğu o boğaz düğümü kimi maçta burnuma vuran çim ve toprak kokusunda, kimi gün de bulutlu bir havada çıkıverir karşıma... O yüzden unutulmazdır, beni Beşiktaşlı yapandır...

Aradan geçen iki buçuk sene ve 1990'ın güzel bir bahar günü... İki ablam, benim unutamadığımı bilseler de, bilmeden hissetseler de alıveriyorlar gönlümü... İnönü'deyim, bir Fenerbahçe maçında... Şampiyonluk coşkusu... Ve Beşiktaş şarkılarını ilk defa Akaretler'de söylüyorum... O gün Beşiktaşlı olmanın ilk defa tadını çıkarıyorum... Yine unutamıyorum İnönü'nün ikiye bölündüğü güzel günlerinden kafama kazınmış şampiyonlul enstantanelerini...

Ve yarın... 29 Kasım'da benim Beşiktaşlı olma sebebim yıllardır olduğu gibi yine tekerrür edecek... Ben ise bu yıl orada olamayacağım... Stada doğru yürürken, kalabalığı gördüğümde anlamıştım bunu... Karaborsacılar, beni polis zannedip yanımdan uzaklaştıklarında ümitsizliğe kapılışım da ondandı... 1987'den kopup gelen çocuk içime giriverdi ve hüzünlendi yine... KIT de yok bu sefer, gaza basıp hüznümü atayım... Televizyon başında somurtup izleyeceğim siyah beyazlıları... Üstelik bu sefer kızacak kimsem de yok, gönlümü alacak kimsem de... En fazla kapitalist düzenin keskin iş saatlerini hedef alırım, onun da beni ödüllendirecek hali yok tabii...

27 Kasım 2008 Perşembe

15000 Ytl ile hırs satın alınabilir mi?


Cumartesi günü oynanacak olan Fenerbahçe - Beşiktaş maçının primleri açıklandı yönetim tarafından. 15'er bin ytl alacak futbolcular galibiyet halinde. Evet herkesin hakkıdır emeğinin karşılığını alması, bir sözüm yok ama şampiyonluk isteyen bir takımın, Beşiktaş gibi bir takımın oyuncuları böylesine önemli bir derbiye para ile hazırlandırılmamalı düşüncesindeyim. Bilmiyorum çok mu duygusal davranıyorum ama formamızı giyen herhangi bir futbolcunun bu maçı para için değil Fenerbahçe derbisi olduğu için, Beşiktaş için kazanmasını isterdim. Kim bilir, belki bir gün Beşiktaş'ın içinden çıkmış, tüm yaş gruplarında formamızı terletmiş bir kaptanımız olur ve tüm takıma bu derbiyi yüreklerinde yaşatır. Umudumu yitirmiyorum...

26 Kasım 2008 Çarşamba

İstanbul'da Deplasman Keyfi

İstanbullu olup, İstanbul'da deplasmana gitmek enteresan ama güzel bir keyif... Geçen yıl Ali Sami Yen deplasmanındaki seyircisiz maç sebebiyle derbiden uzak kaldıksa da, Kadıköy'de misafir olmak, Fenerbahçe Yönetimi'nin de katkılarıyla son yıllarda son derece keyifli bir hal aldı...

Yıllar önce, stadyumların yarı yarıya bölündüğü yıllar geliyor tabii gözümün önüne en önce... Aynısından benim de basabileceğime emin olduğum GSGM damgalı maç biletleri, maç öncesinde 4-5 saat boyunca kopan curcuna, Kapalı'nın ortasını kapmak adına çıkan kavgalar, stadyumun yarısının rakibe ait olduğunun bilinciyle daha çok ses çıkarma çabası, hepsi ayrı bir keyifti...

Sonra Adnan Polat sahneye çıktı, kombine kart hikayesini Türkiye'ye ithal etti ve her şey değişiverdi... On yıldır kombine kart sahibiyim, muhtemelen kombine kart kavramı olmasaydı, bu on yılda gittiğim maçların yarısından fazlasına gidemezdim... Nitekim hatırlıyorum, 1997'de Göteborg ile oynanacak Şampiyonlar Ligi maçı için 4 saat şimdinin Şampiyon Kokoreç'inden kulüp binasına uzanan sırada beklediğim günleri... Muhtemelen Guatr hastası, geniş boyunlu bir abi satardı biletleri, yanlarına iliştirdiği teberru kuponlarıyla...

Bu kombine kart hikayesiyle, resmen deplasman oluverdi Kadıköy ve Sami Yen... O gün bugündür, ayrı bir eğlenceli oluverdi aynı zamanda sanki... Tabii büyük olayların çıktığı maçları aradan çıkarırsak, örneğin iki yıldır Kadıköy deplasmanı maç skorundan bağımsız olarak medeni ve keyifli bir deplasmana dönüştü... Hakikatten Avrupa'da bile, herhangi bir derbi deplasmanına bu kadar medeni şartlarda gidildiğini düşünmüyorum... Beşiktaş'tan Üsküdar'a motorla geçiveriyorsunuz, arkasından atlıyorsunuz taksiye ve on dakika sonra stadın yanında nefes alıp vermeye başlıyorsunuz... Polis kordonuyla çevrildiğinizden, keklik gibi tek başınıza yürümenizde sakınca yok... Kapıdan içeri girer girmez, otuz metrelik metal bir tünelle kimseye bulaşmadan, tribününüze doğru yürümeye başlıyorsunuz...

İçeride ağlarla örülü bir kafeste olduğunuzdan belki insani anlamda medeni olmayan ama caydırıcı bir ortam bekliyor sizi... Açıkçası, düşünülenin aksine, deplasmana gelen taraftar profili de şaşırtıcı derecede farklı burada... Genelde Kapalı ahalisi boy göstermekle birlikte, pahalı bilet fiyatları dolayısıyla olsa gerek, daha çok tribündeki tanıdık bağırgan simalar etrafta oluyorlar... İç sahada yaşanan alkol koması sıkıntısı, deplasmanlarda çok karşımıza çıkan bir şey değil. Dolayısıyla deplasmanda grubun yaklaşık yarısı normal düzeyde alkollü, kalan grubun yarısı tamamen temiz ve diğer yarısı da artık sadece alkolden midir bilinmez ama uçmuş vaziyette bulunuyor tribünlerde... Yine de tribünün büyük kısmı zararsız, çok denk gelmezseniz problem yaşamanız zor...

Deplasman'da taraftar profilinin ötesinde, deplasman polisinin havası önem kazanıyor... Herkesi tribün psikopatı olarak değerlendirdiklerinden epeyce hor görüyorlar bu taraftarı... Taraftar da buna karşılık, maç sonunda ve maç içinde Polis'e mesaj veren tezahüratlarda bulunuyor tabii... Yine de, sıcak bir problem yaşanmazsa, polisin de ciddi bir müdahelesi olmuyor... Bir buçuk yıldır, biber gazları da (ağır tepkilerden dolayı olsa gerek) ceplerine daha bir mıhlanmış sanki...

Tabii deplasmanın en önemli faktörü ev sahibi seyirci... Kadıköy'de büyük bir kalabalıkla karşı karşıyasınız... Dolayısıyla, ayağa kalkmış bir tribünü susturmak gerçekten zor... Yine de iki pozitif atak, bir gol, biraz da taraftar baskısı kırılganlaşmış Kadıköy'ü susturmak için yeterli oluyor, daha çok bir uğultuyla karşılanıyorsunuz... Sami Yen'de ise durum biraz daha farklı... Orada, taraftar sizi bastırmak için sesini yükseltiyor ama topun oyunda olduğu dakikalarda işler deplasman takımı lehine dönüyor... İnönü'ye gelen deplasman seyircisi için sanırım durum daha kolay analiz ediliyor... Şampiyonluğa yaklaşılmış bir dönemde cereyan eden her derbide, kapalı tribünün tamamına yakını sarhoş olduğundan, tezahüratların kontrolü deplasman taraftarına geçebiliyor... O bağlamda, derbinin saati ne kadar erkense, Beşiktaş taraftarı için işler o kadar iyi oluyor... Aksi durumda, sesler Hasbi'de, Balık Pazarı'nda kısılmış vaziyette geliniyor İnönü'ye...

Bu kadar tantanadan sonra eğer maçı kazanmışsanız, deplasman taraftarı olmak dünyanın en keyifli haline dönüşüveriyor... Stadyum bekleyişi, çıkışınız, evinize gidene kadarki yolculuk, yüzünüzdeki kocaman gülümseme, Pazartesi'nin eğlencesi alıp sizi bu dünyadan koparıveriyor... Ondandır ki, zorlukları olsa da deplasmanda derbi güzeldir, İstanbullu olmanın ayrıcalıklarındandır... Düşünsenize Paris'te yaşasak derbi keyfimiz olur muydu? Paris'in tek takımına sevdalansan ne yazar ki...

İlk Gençlikte Kadıköy...

Bizim çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde Fenerbahçe maçları bayram demekti... İçerideyse zaten kazanılacak olandı bunlar... Dışarıdaysa, "Veysel'le beş çayı" esprilerine kadar varmış, onbeş yıla yakın bir süre Pazartesi günleri işe ve okula keyifle gitmemizi sağlayanlardı... Öyle ki, son 26 maçta sadece üç kere yenilmişti Beşiktaş 90ların başı itibariyle... Hele yedi maçlık galibiyet serisinin maziye damga vurmuş son iki maçı unutulmazdı... Altıncı maçta, Kadıköy'de beş gol atan Beşiktaş, yedinci maçta ise beni İnönü'de misafir ederken, 3-1'le şampiyonluğu kazanıyordu... Ondan olsa gerek, o küçük yaşların getirisi, hep kazanırız zannettik Fenerbahçe maçlarını... Sonra Uche çıktı sahneye bir gün, olağanüstü bir golle... sonra Tuncay Şanlı ve bir de Deivid, Alex ikilisi... kaybetmeye alıştırdılar bizi...

Üst üste dört resmi maç kaybetmek tarihte ikinci kez görülmüş bir durum Beşiktaşlı için... üst üste beş yenilgi ise yok! Beşinciyi benim yüreğim zaten kaldıramaz ama aslolan şu ki, inanmak için, ileri yürümek için Beşiktaş'ın en kazanması gereken maç bu... Son yıllarda çıkılan bütün Fenerbahçe finallerine göre daha final... İki yıldır şampiyonluk kaybettiren İnönü derbilerinden daha önemli bir derbi... Nedeni bu defa Beşiktaş'ın yedek kulubesine varana kadar kalitesinin Fenerbahçe'nin bir adım önünde olması... Öyle ki, geçen yılki maça ilk 11'de çıkışıyla saçlarımıza ak düşüren Burak Yılmaz, hafta içinde bir Şampiyonlar Ligi maçını çevirmesi için oyuna alınmış Fenerbahçe'de... O yüzden eski günlere dönüş maçı bu...

Geçen yıl deplasmanlarda, bu yıl içeride kazanmayı öğrenmiş Beşiktaş'ın, bir adım öteye, derbi galibiyetine koşması için en hazır ortam var bugün... İlk gençliğin kazanma günlerine dönüş için Holosko'nun deparları, Tello'nun sert kavisli ortaları her zamankinden daha etkili olabilir bugün... İki yıldır kazanmaya yetmeyen o iştah bu kez rakip zayıflamış ve kendisi güçlenmişken, en büyük silahı oluverecek Beşiktaş'ın....

21 Kasım 2008 Cuma

Sergen Yalçın

Bir enteresan adam... Şu formanın çubuklu halinin gördüğü en güzel maçı oynadığı ve kazandırdığı için gönlümüzde affedilmiştir... Yamuk denen yakasından, reklamına; armasının zerafetinden, çizgilerin estetiğine muhteşem formasıyla Sergen Yalçın ve Stamford Bridge... Unutulmaz...

Futbol aşkı bazen kör eder...

Futbol aşkı öyle bir şey ki, gün geliyor gözünüzü kör ediveriyor...

Ecnebi memlekete yol düştü yine, iş güç sebebiyle... Fırsat bu fırsat, günlerce Parc des Princes'te maç izleme hayali kuruldu... Stada en yakın otelde de güzel bir odada rezervasyon yapıldı, üstelik tesadüfe bak ki, o otel iş için de en uygun oteldi!

Sonra bir türlü vakit bulunamadı, bakılamadı tabii PSG maçı var mı acaba bu hafta diye... Sadece öğrenildi ki lig maçı dışarıda...

Umut fakirin ekmeği, taksiye biner binmez taksicinin İngilizcesi sınandı... Görüldü ki, bu adamda iş var, hemen soruldu tabii bugün PSG'nin kupa maçı falan var mı Paris'te diye... Dedi ki "HAYIR, MAÇ DEPLASMANDA"...

Çıkarsın, dolanırsın... PSG Store'a girersin... Nedense her yerde Arsenal forması vardır, artı Kezman formaları en ön plandadır... Şaşırırsın, derinden de biraz kıskanırsın... Soracak olursun bu akşam maç var mı diye... Ama gider, taksiciye güvenirsin... Adam İngilizce konuştu seninle, tabii ki bilecek!

Akşam yemeği stada en uzak köşede yenir, livescore açılır ve maçlara bakılır... Sonrası malum...

Neticede, özel zevkleri için kendinden başka kimseye güvenmeyen sen, gider bilmediğin bir ecnebi taksiciye güvenirsen, başına gelecek budur işte... Stada iki yüz metre mesafede, açar televizyonu maçı oradan izlersin... Sonra evine döner, döne döne kafanı duvara vurursun işte...

20 Kasım 2008 Perşembe

Önkoşul Cesaret...

Futbol artık cesur adamların oyunu... Kazanmanın da, iyi futbolun da yolu en önce cesaretli futboldan geçiyor...

Son yıllarda Beşiktaşlı futbolcuların derdi de bu zaten... Adını pek anmak istemesek de hakkını vermeli, Kadıköy'deki 4-3'lük maçın açılışını yapan Tümer Metin, attığı o ilk golde yere göğe sığdırılamayan Aurelio ile aynı topa tehlikeli pozisyonda yükselmiş ve topu önüne alırken, Aurelio'yu yere yığmıştır... Ya da, Bobo cesaretini doğru kanalize ettiği ölçüde golcülüğünü ispatlamakta bugünlerde, tıpkı Holosko gibi... Liverpool ile oynanan ilk maçın ilk golünde iki stoperi sırtında taşıyıp, pozisyonu hazırladığını unutmak mümkün mü...

Topla hareket etmek, topa ve oyuna hükmetmenin anahtar noktası... Ondandır ki üç pasla golü bulan ve bunu yaşam felsefesi haline getiren Arsenal değil, Man Utd ya da Chelsea, Joe Cole, Deco, Ronaldo, Scholes, Lampard gibi top ayağındayken mücadeleyi bırakmayan teknik oyuncularıyla istikrarlı başarıyı yakalamaktadır uzun Premier League maratonunda...

Türkiye'de Alex bunu yapmaya başladığı günden beri istatistiklerin canına okumuş vaziyette... Korkarak oynamadığınızda, ve rakibinize bunu hissettirdiğinizde yeterince teknik bir oyuncuysanız, hızla istatistik yapmaya başlıyorsunuz Türkiye'de... Bugünlerde Lincoln'ü böyle görüyoruz... Önceleri tek pas hastalığıyla boğuşan, ayağına geleni şutlayan Lincoln, adam geçerek, pozisyonları olgunlaştırarak oynamaya başladığından beri Galatasaray da kendisi de yükselişte...

Öte yandan Beşiktaşlıların kanserojen etkili kaptanı Delgado bu yolun çok uzağında... Kendisini daha yakından anlayabilmek adına, staddaki en sevdiğim nokta olan kapalı alt'ın en ön sırasından dikkatle takip ediyorum... Delgado'da biraz İbrahim Toraman cesareti olsa, herhangi bir şekilde Beşiktaş'ın maç kaybetmesi söz konusu olamaz, çok iddialı konuşuyorum bu konuda... Öte yandan, bu yaştan sonra, adama "cesaret güdüsünü" Matrix usulü yüklemek gibi bir şansımız da yok tabii... O zaman bir şeyler yapmalı, bu sorun mutlaka çözülmei... Çünkü, herhangi bir Beşiktaş maçını dikkatli izleyen bir ademoğlunun Delgado'nun nasıl da zayıf halka pozisyonuna düştüğünü görmemesi imkansız...

Son Kocaeli maçında attığı muhteşem gole kadar yüksek sesle homurdanan tribün arızalarından birine dönüştüğümü gören yan koltuktaki komşum, "golü senin için diye attı" dedi... Oysa oradaki herhangi bir Beşiktaşlı futbol anlayışı dikine tek top atmaktan tek adım öteye üç yıldır gidemeyen Delgado için benden farklı düşünüyor olamaz... Lütfen dikkatle izleyin bu adamı... Evet maç başına en az iki tane öldürücü dikine top atıyor... Peki Beşiktaş'ın orta sahada tek saniye top tutamıyor oluşu? Delgado'nun ayağına gelen 20 topun ikisini öldürücü yere atarken, o kıymetli topların onsekizini rakip stoperlerin ayaklarına bırakışını nasıl açıklayacaksınız?

Cesaretsiz, top sürmeyen, adam geçmeyen, adam geçiyorsa da risk almadan, bunu orta sahada yapan Delgado'yla nereye kadar gidecek Beşiktaş? Geçen yıl Güntekin Onay sormuştu, kaç faul yaptı Delgado diye... Peki sorarım, defansif oynamayan, faul yapmayan hiperofansif Delgado, kaç penaltı yaptırdı geldiğinden beri? Kaç kere riskli bölgede faul aldırdı? Bu kadar topu ayağında tutan Delgado, Nobre'ye, hatta Serdar Özkan'a kıyasla kaç faul almıştır acaba?

Futbolu yüreksiz, cesaretsiz oynamak kitaplardan silineli çok oldu maalesef... Delgado'lu Beşiktaş şampiyonluk konuşmak istiyorsa, Delgado'yu mutlaka oyun sorumluluğundan uzak tutmalı... Çünkü sorumluluk, kola takılan bir bantla kazanılacak kadar kolay bir şey değil... Yönetim ve teknik kadro anlamında burada ümitsizlik hakim elbette...

Belki de çözüm şu olmalı, her maç öncesi tek başına, tam maç başlarken Delgado çağırılmalı tribüne... Tek başına... Sensin bu takımın taraftarla bağı denmeli, hissettirilmeli... Ben adımımı atıp, Ankaragücü maçına, Delgado pankartı yaptırıp geliyorum bu yolda...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Bobo kaç Güiza eder?

Tabii konunun muhatabı gündemden düşünce, konu da otomatik olarak zaman aşımına uğrayıverdi... Yarın öbürgün, Sinan Engin ciddi ciddi çıkıp bu konuyu açmadan biz geyiğini yapalım ki, gerçekler ortaya dökülsün!

Guiza ilk 11 haftada 11 maçta da oynamış ve toplam 963 dakika forma giymiş... Attığı gol sayısı 2... Dolayısıyla Her 90 dakikaya düşen gol sayısı ise 0,19

Bobo ise ilk 11 haftada 10 maçta forma giymiş, bunların beşine yedek başlamış... Attığı gol sayısı ise 4... Dolayısıyla 90 dakikaya düşürdüğü gol sayısı 0,69

Bölünce ne çıktı, Bobo = {x} ve Guiza = {y} olmak üzere;

3,63.x = y

Yani Sinan Engin bir hesap hatası yapmış olmalı... Bobo yaklaşık dört Guiza etmekte..

Öte yandan, Guiza biraz kısmetsizlik, biraz beceriksizlikten içeri sokamadığı toplardan mesela beşini gol yapabilse, o durumda Guiza tam bir Bobo edecekti...

Bak sen şu Pisagor üçgenini bizlere bahşeden yüce Matematik bilimine, değil mi Sn. Engin, elma ve armut toplanıp çarpılmıyor da, Bobo ile Guiza'yı çarpıp bölebiliyorsunuz...

Ciddiyete davet, on gün kaldı kim kaç tane eder öğrenmek için...

12 Kasım 2008 Çarşamba

Golü Atanlar ve sevinenler

Yıllardır izlediğim Beşiktaş maçlarında en çok dikkat ettiğim noktalardan biridir gol attıldığında golü atan oyuncu dışındakilerin nasıl tepki verdiği. Golden sonra golü atan oyuncuya koşman yerine kendi olduğu yerde sevinen adamlar her zaman daha samimi gelmişlerdir bana. Son yıllardan aklımda kalan en önemli örnekleri 06/07 sezonu fortis türkiye kupası yarı final maçında Nobre'nin attığı golden sonra çocuk gibi sevinen İbrahim Toraman ve yine Kadıköyedeki efsanevi 3-4'lük maçta Koray'ın golünden sonra kendini ellerini havaya kaldırarak yere bırakan İbrahim Akın. Gerçi Aynı İbrahim Akın bir sene sonraki Denizlispor maçında Delgado'nun golünden sonra o golü kendisi atamadığı için derin bir üzüntü duymuştu. Pek çok Beşiktaş taraftarı için o gün bitmişti İbrahim Akın. Bu da ayrı bir yazının konusu.

Gelelim dün geceye. Trabzonspor maçında Bobo'nun attığı ilk golümüzden sonra Tello'nun sevinci bana kalırsa gerçekten görülmeye değerdi. Sanki golü kendi atmışcasına, büyük bir hırsla sergiledi sevincini. Futbolcunun gözlerinde, hareketlerinde o hırsı görmek daha da mutlu ediyor beni. Umarım takım olabilme bilinci herkese bu şekilde yerleşir.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Saygıyla Anıyoruz

Bizim için yaptıklarına minnettarız Atam. Rahat uyu.

6 Kasım 2008 Perşembe

Yaşayan Efsane

Dün akşam oynanan Real Madrid - Juventus maçında yine sahnede O vardı. İki maçta toplam üç gol bıraktı Real Madrid kalesine, iyi de yaptı. Yıllanmış şarap benzetmesini yapmaktan çok hoşlanmasam da söyleyecek bişey bıraktırmıyor bana. Del Piero futbolu hiç bırakmaması gereken topçulardan. Dün geceki maçtan birkaç kare:




5 Kasım 2008 Çarşamba

Karakter transferi... Anorthosis-Trabzonspor

Başlık çok doğru olmadı belki ama film(ler)i hatırlayanlar olacaktır... Kız ve erkek öyle bir metafizik durumda karşılaşırlar ki, ruhları yer değiştirir ve birbirlerinin bedeninde belli bir vakit harcarlar... Sonra her şey eski haline dönüverir, eğer kardeşse bu ikisi çok iyi anlaşmaya başlarlar; yok aynı okulda zaman geçiren iki tipse, sevgili oluverirler...

Futbolda da buna benzer şeyler yaşandığına inanırım... Dün akşam resimdeki şımarık sevinci Inter'in kursağına tıkamak üzereydi Anorthosis Famagusta... Inter savunmasının inanılmaz hatalarında teker teker golleri atıverdiler... İster istemez, aklıma yıllar önce eledikleri Karadeniz Fırtınası'nı getirdi bu görüntüler... Trabzonspor'un olabileceği yerde koşuyor bir Güney Kıbrıs ekibi... Trabzonspor yeniden o potaya girmek, orada erimek istiyor oysa. Belki seneye, beş yıl erteledikleri Şampiyonlar Ligi heyecanında görebiliriz Trabzonspor'u. Ama bu burukluk, Beşiktaşlı'nın senelerce Rosenborg'u Şampiyonlar Ligi'nde izlerken duyduğu sızı gibi, Galatasaray'lının o müthiş senede finalde Milan'a kaybeden Hagi'li Bükreş takımını izlerken yüreğine oturan acı gibi hep oralarda bir yerde kalacak.

31 Ekim 2008 Cuma

Çapkın delikanlı Tello...

Klişe 1: Tello eşinin Kanada'da bulunduğu son bir haftadır çapkınlık peşinde gezmekten futbol oynamaya vakit bulamıyor.

Klişeyle başladık ama yazacaklarımız gerçek... Cisse ve Sivok'la birlikte takıldıkları mekanda bir arkadaşımla ilgilenen Tello, Kayseri maçı için uçağa bindikleri ana kadar mesajlarıyla, telefonlarıyla kızcağızı kovalamaktan üşenmedi... Bilemem tabii, belki de hayatının aşkını bulduğunu düşünüyordur... Yine de evli barklı bir futbolcunun gece gündüz demeden çapkınlık peşinde koşması takdir edilesi bir davranış değil... İşin vahim tarafı, davet ettiği lokasyonların tamamı her nedense Otel Restoranları ve Otel Cafeleri... Niyet belli anlayacağınız...

Klişe 2: Fazla enerjini biraz daha sahaya versen, 50. dakikada dilin dışarda dolaşmazsın sahada!

Hep aklıma takılan bir sorudur, çapkın futbolcu hakikatten sahada mecalsiz kalır mı? Bu kadar basit bir denklem mi bu?

30 Ekim 2008 Perşembe

Uluslararası Klişe

Thomas Zapotocny resmi sitede taraftar sorularına cevap veriyor. Bir taraftarın sorusu şu: “Daha fazla para alsan ve Türkiye’deki kadar sevilmeyeceğini bilsen profesyonellik gereği gider misin yoksa Türkiye’de mi kalırsın?”
Zapo’nun cevabı ise şöyle: “Zor bir soru. Çünkü 28 yaşındayım ve kendimden çok ailemi düşünmek zorundayım. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, Fenerbahçe ve Galatasaray'dan teklif gelse gitmem, burada kalırım.”

Bu cevabı farklı futbolculardan defalarca duyduk. Merak ediyorum çek cumhuriyetinde de bu işler böyle mi yürüyor. Yoksa gerçekten ciddi mi? Zaman gösterecek...

24 Ekim 2008 Cuma

Milli Maç'ta 3500 bilet...

Alen Markaryan tribünde nefes alıp veren tüm Beşiktaşlılar için önemli bir insan... Türkiye'de varlıklı kesim tarafından gayrimüslim azınlığa imtina gösterildiğini çok yakından gözlemleme şansı buldum... Öte yandan, halkın içinde, halkla birlikte olan bir gayrimüslimin bu denli saygı gördüğü, bu denli sevildiğini görmek bizim coğrafyamızda özellikle sosyal boyutta çok önemli...

Kiminin dediği gibi, belki de Ermeni "meselesi" şimdilik sadece İnönü Stadı'nın karşı tribününde çözülmüştür... Benim bildiğim, Alen'e diş bileyen kafatasçı bazı Kapalı grupları haricinde pek çok insan da buna katılacaktır elbette...

Son dönem tavrı dolayısıyla Alen'e kızabilirsiniz, ben de zaman zaman çok kızıyorum... Ancak Alen'i aynı kefeye koyacağınız adamları seçerken daha dikkatli olmalısınız...

Şansal Büyüka duymuş, Milli Maç öncesi 3500 bilet Alen'e verilmiş ve bu biletler karaborsa yapılmış... Federasyon hemen yalanladı bunu tabii... Öte yanda benim kulağıma gelen 400 biletin Çarşı'ya verildiği... Rakam değişebilir, bu biletlerin bir kısmı karaborsa da yapılmış olabilir... Ama bu karaborsa organizasyonunu Alen yapmadı, bu kadar uzun boylu değil bu hikaye... Karaborsa organizasyonu da enteresan bir laf oldu, organizasyon yok bir kere... Karaborsa yapan bir kaç adamdan bahsediyoruz...

Açıklamada biletleri federasyonun vermediği de söylenmiş... Doğrudur, biletler federasyon tarafından değil, bilinen bir sponsor tarafından verildi zaten... Fenerbahçe'nin dernekler üzerinden sattığı kombine hikayesi gibi basit bir laf ebeliği bu da...

22 Ekim 2008 Çarşamba

Thomas Hengen

Beşiktaş tarihinin gelmesiyle gitmesi bir olmuş, adeta “ateş almaya uğramış” yabancı futbolcularından sadece bir tanesiydi Thomas Hengen. Feldkamp ile başlayan, Briegel ile sonlanan 1999 – 2000 sezonunda Beşiktaş’a Borussia Dortmund’dan transfer olmuştu. Kendi takımında banko oynayamayan ama yine de çok da kötü olmayan bir liberoydu.

1999 – 2000 sezonu başladıktan kısa bir süre sonra sorunlar da çıkmaya başladı Thomas Hengen ile kulüp arasında. Gazetelere göre Thomas Hengen’in nişanlısı hamileydi ve Türkiye’de yaşamak istemiyordu. Hengen’e Almanya’ya geri dönmek için baskı yapıyordu. Sezonun onuncu haftası gelmeden sözleşmesi fesh edilerek geri gönderildi. Buraya kadar her şey normal. Beşiktaş’ın her sezon yaşadığı bir senaryo. İşin farklı bir boyutu Hengen Almanya’ya döndükten sonra ortaya çıktı.

Çok sevdiği nişanlısının kaprisleri yüzünden geri dönen ve Wolfsburg ile anlaşan Hengen’i bekleyen sürpriz adeta Türk filmi tadındaydı. Thomas Hengen’in önce nişanlısından ayrıldığı haberi geldi, sonra da nişanlısının Hengen’den değil, Hengen'in arkadaşından hamile kaldığı. İşte böyle garip bir hikâyenin kahramanıydı Thomas Hengen...

20 Ekim 2008 Pazartesi

Şifo Mehmet olmak...


Taraftar olmak enteresan bir şey tabiatında... Tribünlerde soluk almak, o organizmanın bir parçası olmak herkesin keyif alabileceği, hele ki her şeyi eleştirmekten geri kalmayan bir toplumun neresinden tutsa katlanabileceği bir şey değil... O yüzdendir ki, Türkiye'nin kendine özgü yerel taraftar örtüsü Türkiye'ye terstir... Ancak tribünde maç izlemenin, tribünle ortak bir hayat sürmenin müptelası anlar o beton - tahta - koltuklaştırılmış sıralarda tüketilen ömrün, enerjinin kıymetini...

Beşiktaş'ın peşinde neredeyse Tekirdağ'da oturduğum yıllarda İnönü'den çıkmamak suretiyle çok kilometre yaptım... On iki yılı aşkın süredir kaçırdığım maç sayısı yirmiyi geçmez sanırım... Bu da bir kaç konuda nacizane ahkam kesme hakkı veriyor bana sanırım...

Kapalı tribünde en anlamsız bulduğum, en garipsediğim davranış Şifo Mehmet'e karşı geliştirilen tahammülsüzlüktü şüphesiz... Beşiktaş'a geldiği yıldan itibaren yaşanılan dört şampiyonluğun tamamında ayak izleri bulunan bu adamın gidişiyle birlikte başlar öteki Beşiktaşlılık... Gözümde elli yıl öncesinin Baba Hüsnü'sü neyse, Şifo Mehmet de O'dur oysa... Ondandır ki, içime sığmaz 97'de kötü oynadığı bir maçın sonunda kendisine edilen sözler... O yüzden Seba döneminin unutulmuş vefasızlık tablolarından birinde Bursaspor'a ittirilişi, ve geri dönüşüyle tutup getirdiği şampiyonluk aklıma çivi gibi kazılı kalır...

Bu tribünler Sergen Yalçın'ı Şifo Mehmet'e tercih ettiğinden beri gelmez oldu Akaretler'e o lanet olası sportif başarı teranesi... Spora dair üç temel olguya bakmalı demek ki, Ata'nın buyurduğu gibi... Üç temel olgudan üçü birden yerindeyse bel bağlamalı karşıdakine, aksi durumda yol verilmeli bir daha dönmemecesine...

İbrahim Üzülmez ve işkence sanatı

Beşiktaş’a transfer olduğu ilk günden beri kafalarda soru oldu İbrahim Üzülmez. 2000-2001 sezonunda Nevio Scala ile oldukça parlak bir başlangıç yaptığımız dönemdi. İnönü’de oynanan şampiyonlar ligi ön elemesinde oynadığımız Levski Sofia maçında Pascal’a asist yaparak başladı zulüm. Maç içerisinde bu asisti hoşuma gitse de maç sonunda mikrofonu uzatan muhabirin “İbrahim asistle başladın, neler diyeceksin?” sorusuna verdiği “ne yapayım abi, harikayım ben yaa” cevabı yeterince itici gelmişti. Daha en başından oluşan bu antipati yıllar içinde tamamen yerleşti içime. Saha içinde duracağı yeri bilmemesi, rakibi karşılayamaması, geriden oyun kuramaması, hava toplarındaki etkisizliği(hatta hava topuna çıkmış bir İbrahim üzülmez görüntüsü bile canlanmıyor gözümde), hücumlarda dağlara taşlara attığı başarısız ortalar, sıfıra inip içeriye açtığı toplarda asla bulamadığı takım arkadaşları ve asla ama asla kaldırmadığı kafası. Daha da örneklendirilebilir aslında ama bu kadar olumsuzluğu yazmaktan ben sıkıldım.

Yıllar yılı üzerine hiç bir şey katmadı İbrahim Üzülmez. Doğru düzgün oynadığı tek maç olan İnönü’deki Barcelona maçı ve 02-03 sezonunda Ali Sami Yen’de Galatasaray’a attığı gol... İbrahim Üzülmez’in Beşiktaş formasıyla yaptığı en olumlu hareketler olarak kaldı aklımda. Futbolunun üstüne hiçbir şey katmasa da, Beşiktaş’a hemen hemen hiçbir şey vermese de, alt yapıdan yetişmiş olmasa da, kulüpte bir abi olarak kabul görmese de Beşiktaş gibi bir camiada, o kutsal formayı giyip bir de üstüne kaptanlık pazı bandı taktı... Ki o günler zaten Beşiktaş’ın kültür erozyonu yaşamaya başladığı günlere denk gelmektedir.

2000 yılında geldiği Beşiktaş’ta dokuzuncu sezonu İbrahim Üzülmez’in... Her teknik direktör değişiminde umut ettim artık oynamayacağını. Bu umuduma karşın her yeni gelen hoca oynattı sol kanatta İbrahim’i. Terlik yüzünden çıkan kavga umutlandırmıştı beni ama bu olay bile bir şekilde unutuldu gitti. Şimdi ise Beşiktaş yeni bir hoca ile yeni bir dönemde, beklentilerimiz çok fazla olmasa da içimizde sevgi kaynaklı bir umut da yok değil. Ama Gençlerbirliği maçında yeni Beşiktaş’a bakarken gözüm yine aynı zayıf halkaya takıldı. İbrahim üzülmez, yine 70 metre depar atıp 50 metre geriye pas verdi. Sekiz yıldır değişmeyen klasik... Ne diyelim, futbolu bırakacağın günleri de görürüz inşallah.

Beklentiler ve gerçekler...


Mustafa Denizli artık Beşiktaş'ın teknik direktörü... İlk maçında kulübede onu görmek enteresandı açıkçası. Kameralar ona döndükçe şaşırdık, alışmaya çalıştık... Tıpkı onun gibi... Uzun zaman sonra, küçük kızı televizyonlara çıkıp babası hakkında söylenen kötü sözlere isyan ettikten çok uzun zaman sonra yeniden spotlar Denizli'nin üzerinde... Benim taraftarlıktaki tecrübem kadar Denizli'nin teknik direktörlük tecrübesi olduğu gerçeğinden yola çıkarsak, alışma süreci çok uzun sürmeyecek gibi...

Bu ekipten beklentiler açık, özellikle Galatasaray'ın sakatlıklar ekseninde tek yönlü kurabildiği takımı ve Fenerbahçe'nin ortadan kaybolan özgüveni dikkate alındığında... Hedefe ulaşmak her zamankinden daha kolay gibi... Öte yandan karşılaşılacak zorlukların listesini yapmak mahallede araba aralarında top oynayan çocuklar için bile çok kolay...

1) Holosko, Delgado, Bobo, Nobre ve hatta Tello gibi yüksek ego sahibi tek yönlü ofansif oyuncuların varlığı...

2) Sekiz yabancı futbolcunun varlığı ve Avrupa trafiğinin ortadan kalkmış olması...

3) Sabırsız yönetim ve tahammülsüzlük belirtileri göstermeye başlayan taraftar...

4) Kilit pozisyondaki Cisse'nin ve alternatifi Ali Tandoğan olan Serdar Kurtuluş'un beklentilerin çok altında oynuyor olması...

5) Altı yabancılı sistemde yine yeni yeniden İbrahim Üzülmez'in sol kanatta oynamaya başlaması...

6) Gökhan Zan...

Açıkçası lig trafiği neredeyse kayıpsız devam eden bir sezonda büyük takım olmanın da etkisiyle 1. problem kolayca ortadan kaldırılabilir... Bu oyuncuların hepsini olmasa da her hafta bir fire vererek büyük çoğunluğunu oynatma şansına sahipsiniz... Türkiye Ligi'nde sizi en fazla bir veya iki kere cezalandırabilirler...

Gökhan Zan, hem kendisi hem de Beşiktaş için hemen yol ayrımına gidilmesi gereken bir isim... Belki de Fenerbahçe'de kendini yeniden bulma şansı yakalayabilir...

Serdar Kurtuluş ve Cisse Mustafa Denizli'nin mentörlüğüne ihtiyaç duyan iki isim... Serdar'ın sigara içtiği söylentileri bile tüylerimi ürpertmeye yetiyor mesela... Denizli bu iki oyuncuyu forma sokarsa 10 Milyon Euro'luk transfer yapmış olacak belki de...

Sekiz yabancı çok ciddi bir sıkıntı... Görünen o ki taraftarın gözüne girmeyi başaran Seriç, Denizli'nin dokuzuncu yabancısı olacak... Bu da İbrahim Üzülmez'i alternatifsiz kılıyor elbette... Kimler geldi kimler geçti, neler geldi başına... Ama olmadı, hala İbrahim Üzülmez'in vizyonsuz sol kanat oyunculuğuna mahkum Beşiktaş...

Yönetim ve taraftar ise, alınacak üst üste beş galibiyetle birlikte sessiz bir memnuniyete bürünecektir... Önümüzdeki altı hafta, Sivas, Kayseri, Kocaeli, Bursa, Eskişehir, Fenerbahçe serisi içeride alınacak üç galibiyet ve deplasmanda bir beraberlik bonusuyla birlikte 16 puanla kapatılırsa, kimsenin sesini çıkaracağını sanmıyorum... Ancak Denizli'nin CV'sine bakarak bu koridordan gelecek puan sayısının 13 veya 14 olacağını tahmin ediyorum... Bu altı haftadan namağlup çıkmak epey zor...

Beşiktaş için iyi şeyler söylemek bu sezon son dört sezonun aksine daha mümkün... Başarının yolu bu kez her zamankinden daha çok ecnebilerin "Man Management" dediği yerden geçiyor... Mustafa Denizli, kendisinin en büyük taraftarı olmasak da bunu başarabilecek bir adama benziyor...

8 Temmuz 2008 Salı

Terliksi Hayvan...

Biyoloji denince aklıma gelen, kulağıma yapışıp kalmış enteresan bir canlıdır kendisi... Aslında hayvan desen değil, evde beslemeye gelmez bu... Terlik desen, orası hepten ironik, mikroskobik bir canlı bu, neyin terliği!!!

Bana üç beş senede bir sohbetimizi şenlendiren bu gariban yaratığı anımsattı geçen haftadan bu haftaya sarkan safsata... Terliğin kavgası... Milyonlarca dolar para alan adamların derdi tasası bu işte... Altyapı denilen şeyin pozisyon almanın, topa vurmanın, boşa koşu yapmanın ya da iyi bir kanat ortası çıkarmanın ötesinde bir yerde olduğunun ispatı... Ha keza, Beşiktaş’ın bir numaralı kaptanı bunlardan zaten nasibini almamış, ötesinden nasıl bahsedelim...

Büyük bir spor kulübünün, senede önünden en az 40-50 Milyon dolar akan bir kulübün en önemli branşının takım kaptanı böylesine abuk bir konuda arıza çıkarabiliyorsa, o kulübün doğru yönetildiğini kim söyleyebilir? Esnafspor’da oynamadığını anlaması için ellilerinde nefes alırken geriye bir dönüp bakması gereken bu adama kaptanlık gibi geçmişte Baba lakaplı adamların hak ettiği o tarifi tarifsiz ünvanı yapıştıranların iktidarda olduğu yerde, aşk nereye kadar dayanabilir? Sınanıyoruz ey dostlar... Bu post da resimsiz olsun...

20 Haziran 2008 Cuma

Yarı Final ve Final...

Yarı Final ve Final oynayacak takımlar herkesin kafasında şekillendi... Sürprizin en az beklendiği maç, sürprizlerin takımı Türkiye'mizin maçı... Yarı Final'in İsviçre bacağını kime sorsanız, Almanya-Hırvatistan maçını anlatmaya başlıyor... Karşı tarafta ise işler daha karışık, ama gönülden geçen takımlar belli gibi... İspanya Hollanda eşleşmesi sanırım epey yakışacak yarı finale... Arshavin'in şovuyla süslü grup finalinde Rusya çok etkileyiciydi elbette... Bir de İtalyanlar kötü gruplar sonrası hep finale yürür meselesi var tabii... İkisi de çarpıcı, ama Hollanda 20 yıldır, İspanya neredeyse 100 yıldır bu anı bekliyor... Onları döndürmek zor gibi...

Final için benim favorim Hırvatistan - İspanya eşleşmesi, plase ise Almanya - Hollanda...

Acil alınık 96 model Rüştü...

Rüştü denildiğinde aklımda üç sahne canlanıyor bugünlerde... Birincisi bir Trabzonspor maçı... O maç her Trabzonsporlu'nun kafasında çiviyle kazılı olduğundan, Hami'nin inanılmaz şutunu ve Rüştü'nün şampiyonluk getiren isyanını benden çok daha iyi hatırlayacak milyonlar vardır sanırım... İkincisi 4-3 Beşiktaş galibiyetiyle biten ve karşı kalede Rumen Pancu'nun olduğu maçta uzaktan gelen şutlara karşı olan ve günden güne gelişerek büyüyen zaafını sergileyen halı pozisyonunda yere seriliş anlarıdır... Sonuncu sahne ise bu sene içinde Porto'ya karşı kazanılması gereken bir maça yaptığı harika başlangıç ve ardından ofsayt tutkusuyla yediği o malum goldür...

20 Haziran 2008, Türk futbolunda yeni bir dönüm noktası olabilir... 2010'da Afrika'nın güneyine doğru yol alınabilecekse eğer, belki de müthiş bir patlamayı getirebilir Anadolu'ya, futbolun çorak topraklarına... İlginç olan ise, bu kırılma anının bundan 12 yıl, 8 yıl, ya da 6 yıl önce olduğu gibi, yine Rüştü Reçber'in ellerine bakması...

Benim izlediğim Hırvatistan'la oynayacaksak eğer, bugün Porto ya da Beşiktaş karşısında hatırladığım Rüştü'yle tarihi bir hezimet yaşayabiliriz, yazık ki... Sanırım medyamız hiç izlememiş bu Hırvatistan denen takımı... İngiltere'yi Wembley'de paramparça eden, uzaktan yakından dinlemeyen, Çorluka'sından Modric'ine, Petric'ine harika bir takımla oynuyoruz bu akşam... Oysa gazeteleri okusanız, neredeyse Almanya çıkmadı Hırvatlar çıktı diye göbek atacak medyamız... Oysa Almanya ister istemez daha ağır gelişen temposuyla ele avuca sığdırabileceğiniz, kontrol edebileceğiniz bir rakipti... Oysa Hırvatistan'ın set hücumuna yerleştiği bir onbeş dakikada üzerimize Basel'dekini andıran bir yağmur gibi geleceğini düşünüyorum... Onun ötesinde, hızlı kanat bindirmeleri ile Almanya'ya sol bek değiştirtmiş, illallah dedirtmiş ve iki golle uğurlamış bir takımdan bahsediyoruz... Şaka gibi ama Trabzon'dan 1996'nın Rüştü'sünü transfer edip, bu maça koymak zorundayız bu akşam... Çünkü eğer bir mucize olmazsa, kalemize yakın mesafeden gelecek şut sayısı en az 10 olacak... Üzerine düşünmek bile istemediğim Gökhan Zan - Emre Aşık ikilisinin yaratacağı güvensizlik, Aceto'nun dediği gibi, maçtan 1 saat önce mekana ulaşmayı ve üç duble rakıyı önden devirmeyi zorunlu kılıyor... Yoksa bu maç bitmez...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Kahramanlar...

Bu da maçın fotoğrafı olsa gerek... Yanına Hamit'i de koyabilsek keşke...

Mucize...

Tarihi yazan goller birbirine benziyor... Arda'nın İsviçre'ye attığı gol, Boliç'in Manchester'a attığı golü anımsatmıştı... Nihat ise bu golle Neuchatel'i yıkan Tanju'yu anımsattı... Muhteşem bir zafer, tarifsiz bir keyif...

Biletler 500 euro civarında karaborsada... Uygun bir şeyler bulursak, ver elini Viyana geliyorum...

12 Haziran 2008 Perşembe

Aklın yolu bir...

Üç gün önce herkesin aklındakini yazmıştım buraya; biz buralardan nasıl oluyorsa her defasında işleri tersine çevirebiliyoruz diye... Yine oldu, çevirdik... Nasıl çevirdiğimiz konusunda herkes hemfikir, ne de olsa aklın yolu bir....

İlk yarıda takım ne yapmaya çalıştığının biraz daha farkında başladı maça... Rakip takımda belalılarımız Frei ve Streller'ın oynamıyor olması kaderin bize gülümsemesinden başka bir şey değildi. Aynı şekilde, bizim de Gökdeniz ve Tümer seçimlerimiz son iki maçına çıkan Kuhn'a Terim'in kıyağıydı elbette... On dakika oyun bize baktıktan sonra yağmurla beraber modern futbol dizilişine ve fizik gücü üstün oyunculara sahip İsviçre oyunun hakimiyetini ele geçirdi... Maçın sonuna kadar da, doğru onbirle oynadığımız dakikalar haricinde oyunun hakimi İsviçre'ydi...

İkinci yarıda oyunda hiç olmayan Gökdeniz ve Tümer'in çıkmasıyla futbol oynamaya başladık. Aklın yolu bir herkes aynı hikayeyi anlatıyor zaten, bu 23 kişiden çıkacak en mantıklı onbir - sağ bek tercihi tartışılır - buydu. Hangi kanalı açsanız bunu anlatan adamların varlığı, dünyanın bir ucundaki arkadaşınızın Semih de Arda da oynamalı" beyanatı, TV başında herkesin Gökdeniz ve Tümer'in varlığına karşı duyduğu şaşkınlık bunu anlatmak için yeterli olmalı...

Maçın sonu, golün gelişimiyle birlikte ister istemez Fenerbahçe'nin Manchester United deplasmanındaki unutulmaz golünü hatırlattı bana... Boliç'in soldan vurduğu o topun savunmaya çarpıp kaleciyi aşıp gol olması eminim pek çok insanın aklından film şeridi gibi geçiverdi bu golü izlerken... 2002'de İlhan Mansız Senegal'in kalesini vurduğundan beri memleket olarak bir gole sevinemiyorduk... O gün Beyoğlu'nda North Shields'da son biramızı içerken gelen golün ardından çıkan sesi hiç unutmadım... Bir de 4-3'lük Beşiktaş Fener maçına bilet bulamayıp, Beer City'de maçı izlerken, Koray'ın golü sonrası semtten çıkan ses vardı tabii... Yanlarına Arda'nın attığı gol sonrası Beşiktaş'ın sessiz bir sokağından çıkan sesi keyifle yazıyorum hafızama... UEFA.com İsviçre'li ağlayan çocuğun hüzünlü resmini kullanmış maç arkası yazısında, İsviçre'ye neredeyse şövalye sıfatını verirken... Bir parça demagoji onların da hakkı olsun...

11 Haziran 2008 Çarşamba

Arthur Antonios Coimbra Zico...

Bir beyefendi... Çalıştığı klübün pek çok değerine antipati besleyen rakip taraftarlar için bile fazlasıyla sempatik bir adam... Türkiye'nin gerçeklerine dayanamadı ve gidiyor...

Euro 2008 telaşından mıdır, yoksa basının hakikatten Aziz Yıldırım'la haşır neşir olmasından mı bilinmez, sorgulanmadan gönderiliyor Zico. Geldiği ilk yılda, nisbeten daha farklı bir takımın temel özelliklerine fazla dokunmadan motivasyonu üst düzeyde tutarak ve Türkiye'nin en derli toplu futbolunu oynatarak şampiyon yaptı Fenerbahçe'yi... O zaman "otoriteler" Avrupa başarısızlığını yediremediler Fenerbahçe'ye, ve postalamaya çalıştılar Zico'yu...

Ertesi yıl, bu kez Avrupa'da çoğu kimsenin rüyasında bile göremediği bir yere geldi Fenerbahçe... Başta, rakip bir taraftar olarak benim de hazmedemediğim bu başarı, oturup düşünüldüğünde modern futbolda ne varsa yapılarak kazanılmıştı... Bu takımı böyle oynatan Zico, ligdeki başarısızlığın da tek sorumlusu olarak gösterildi... Oysa sezon başında herkes Ümit Özat, Tuncay Şanlı ve hatta Rüştü transferlerinin Fenerbahçe Futbol Takımı'nın aidiyet hissini azaltacağının farkındaydı. Ve sanırım bu transferlerin tek sorumlusu da Zico değildi...

Neticede istenilen oldu. Lig başarısızlığının tek sorumlusu takımı "konsantrasyon eksikliği" problemiyle tanıştıran Zico addedildi... Kurulan takımın yapısı, futbolcuların mental özellikleri, Brezilya ekolünün getirileri gibi faktörlerin etkileri hep gözardı edildi. Özellikle Alex'siz tamamen silik ve üretkenlikten uzak bir takım kimliğine bürünen Fenerbahçe için fazla iddialı oldu bu...

Galatasaray'a baktığımda kazanma tutkusunu, Beşiktaş'a baktığımda düzensizliğin ve olmazlığın içinde büyük kalma güdüsünü ve boğazın karşı yakasında adını yeterince büyütmüş, ve biraz da doymuş transferlerin başarıya mecbur camiayla olan dansını görüyorum bugünlerde... Burdan bakınca, orta halli aç bir teknik direktöre doğru yabancılarla monte edilecek Fenerbahçe'nin yürüyeceği yol çok net görünüyor... Ama enteresan olan, bu camianın kaostan çıkmaya karşı alerjisi olması... Yönetim istikrarıyla Türkiye'de düzenli başarıyı yakaladılar, kadro ve teknik adam istikrarıyla gidecekleri yerin farkında olmamaları ise onlar adına şanssızlık...

Yine de bu beyefendinin Fenerbahçe gollerinde ellerini yumruk yaparak yukarı kaldırışını unutmak zor olacak... Teknik direktör detoksu yaşattığı bu iki yıl için Zico'ya saygılarla...

9 Haziran 2008 Pazartesi

Gökhan Zan...

Gökhan Zan hakkında yazılacak çok şey var elbette... Medya kendisine Cam Adam demeden çok uzun zaman önce, ikinci defa kendini sakatladığı gün tribünde hep beraber bu ismi takmıştık kendisine... Bel bağlamaya çok elverişli zamanlarımızdı, sahada gördüğümüz futbolcuların isimlerini teker teker sayıp, Beşiktaşlıların moralini yeniden bozmaya gerek yok...

Hep aklımda o sahneler var, ister istemez... Müthiş müdaheleler, adam geçirmeyen, kendine güvenen Gökhan Zan... Sonra göbeğe doğru şişirilen bir top, Koray ve Gökhan'ın beraber kafaya çıkışı ve Gökhan'ın bitmek bilmeyen sakatlıklarının başlangıç hikayesi... Sonraki biraz trajikomik... Sağ kanada gelen top, bıraksa en fazla rakibin sahip olacağı, ancak iki hamlede topu kolayca geri alabileceği bir pozisyon... Gökhan Zan uçarak geliyor ve kollarının üzerine düşüyor... Sonraki sahne yukarda...

Olmadı, iyileşemedi... İyileşmek bir kenara, kafa yapısı olarak onlarca adım geri gitti bu dev adam... Bundan da acısı, Beşiktaş her sezon belini ona bağladı... O sezonun yarısını sakat geçirdi, oynamayınca Beşiktaş da kaybetti... Yine sakatlandı, yine, yine...

Şu an Gökhan Zan kendisini Terry'nin ya da Rio Ferdinand'ın klasmanında görüyor, biliyorum... Konuşsanız, on dakika sohbet etseniz, kibirin o dayanılmaz keyfi dökülüverecek dudaklarından...
Üstelik şunu da ekleyecek, "onlar İsviçre'de yok, ben buradayım"... Doğru ya, şimdi orada da yoksun... İnönü'de de olma Gökhan Zan... Bu adamın üzerine plan yapanın duvara toslayacağını Maraton izleyip, göbeğini kaşımaktan başka aktivitesi olmayan adam da biliyordu elbet... Bir tek Terim bilemedi... Şimdi o da öğrenmiştir...

Hezimet ve yenilgi arasındaki ince çizgi...


Portekiz karşısında ne oynadık diye konuşuyor bütün Türkiye günlerdir... Futbolla ilişkimiz iki buçuk kulübün daracık perspektifteki saha performansından ve gösterişli medya sağanağından ibaret olduğundan algılayamaz hale gelmişiz sahada neler olup bittiğini...

Dört maçı izledikten sonra şunu söylemek lazım... İzlediğim maçlar içerisinde aklımda kalan en uzun sprint, yediğimiz ikinci golde Ronaldo'nun müthiş süratiyle süslediği pozisyona aitti... Topçularımızın Antalya'da, bizim evlerimizde kupaya hazırlandığımız gibi Playstation'a özgü 50 metrelik sprintlerin ruhuna fatiha... Topla beş metre koşar koşmaz sert bir duvara çarpan, ancak duvara çarptığında ne yapacağını iyi çalışmış yedi takım vardı sahada... Sadece Polonya rakibine diş geçiremedi, diğer altı takım sınırlarını sonuna kadar zorladı ve olağanüstü bir mücadele koydu sahaya...

Bizim takımımız bunun tam anlamıyla istisnasıydı... Biz de duvara çarptık... Sevemediğimiz Deco'nun yokluğunda Barcelona'nın çektiklerini anlamak adına önemli bir maç izledik... Deco öncülüğünde muhteşem şekilde parsellediler bütün orta sahayı...

Dönelim bize bakalım... Bütün dünya şunu gördü, bu uğurda Ronaldinho'lar kadro dışı kaldı, Messi'ler, Ronaldo'lar şekil değiştirdi... Dedi ki dünya futbolu, orta saha oyuncunuz gönülden koşacak... Kaygıları olacak, arkasında iki pasla oyun çeviren adamlara müsaade etmeyecek...

Biz ise Orta saha denilen bölgeyi teorik olarak bir kişiden yoksun bıraktık bu maçta... Colin Kazım'ı artık birileri açıklasın lütfen... Süper yorumcularımızın yaptığı gibi, Kazım'ın iyi oynadığını söylemek Harlem'in NBA şampiyonu olacağını iddia etmekle aynı şey... Bir futbolcu adam eksiltebilir, çalım atabilir, dolayısıyla televizyondaki seyirciyi yanıltabilir... Ancak iyi oynamak demek takımının hedeflerine katkıda bulunan pozitif futbol oynamakla eşdeğerdir... Kazım'ın yaptıklarının hangisi takıma faydalı olmuş? Orta sahada Emre ve Aurelio can havliyle adam kovalarken Kazım ne yapmış birilerinin bunu izah etmesi lazım...

Tuncay konusu ise daha farklı... Bu çocuğun iki türlü handikapı var... Birincisi, fizik olarak yüzde yüz hazır değilse oynamıyor... Orta sahada oynayan adamınız Tuncay ise, sonuna kadar faydalanmak zorundasınız, ve dolayısıyla yüzde yüz hazır tutmalısınız... Hazır olmadığında ve buna bağlı olarak iyi oynayamadığında da morali bozuluyor... Bu kısır döngü de bitiriyor Tuncay'ı... Kazım kararı ne kadar yanlışsa, Mehmet Topuz'un kafadan alınmadığı kadroda Tuncay'ı ilk onbire direk yazmak o kadar doğru bir karar... Çünkü başka böyle futbolcunuz yok... Ama Tuncay hazır değilse, bu iş olmaz... Orta sahada kart görme pahasına adam kovalamayan Tuncay'la kazanamazsınız...

Nihat'ın yalnızlığı, Gökhan Zan hatası, Mevlüt fiyaskosu gibi onlarca konuyu uzun uzun anlatmanın alemi yok... Neticede biz kaybetmedik, hezimete uğradık... Alenen morallerimizi bozan, herşeyi bitirme noktasına getiren berbat bir maç oynadık... Senelerdir gelenektir, Türk Milli Takımı böyle noktalardan zorlanmadan toparlayabilen bir takım haline geldi, bu gerçek. Hatta iddia ediyorum, bu takım Portekiz maçına hedef maç olarak dahi bakmadı, bakamaz zaten başınızdaki hoca Terim, nüfus kağıdınızdaki ibare T.C. olduğu sürece... Tek ümidimiz, pembe senaryolarımızın tek dayanağı bu geriden gelme teranesi zaten... Ama hani olur da İsviçre'yi "bu zor günlerimizde" yenemezsek, bu hikaye uzun yıllar toparlayamayacak gibi... Orda da Frei konusu var zaten, ayrıca konuşulmalı...

13 Mayıs 2008 Salı

Ali Sami Yen'de Şampiyonlar Ligi...

Yıllar oldu bir Beşiktaşlı olarak şampiyonluk görmeyeli... Bugüne kadar gördüğüm bildiğim net hatırladığım şampiyonluk sayısı altı... Galatasaray'ın son on yıla sıkıştırdığı kadar...

Ali Sami Yen'e dair ilk anım ise 92-93 sezonuna ait... On beş sene öncesinin final maçı... Falco'nun penaltısı, Bako'nun kurtarışı... İkiye bölünmüş "eski" eski açığın her iki takımın golleriyle adeta yıkılışı... Aynı sezon 48 maçlık namağlubiyet serisinin acı kırmızı kartlarla sona erdirilmesi... O gün bugündür sevemiyorum Ali Sami Yen'i...

Öte yandan, stadyum denilen betonarme yapıların kutsal yerler olduğuna inanıyorum... Orada olmadıkça büyük olamıyorsunuz çünkü... Çocukluktan bu yana Galatasaray denildiğinde hangimizin aklına Ali Sami Yen, Fenerbahçe'yle hangimizin aklına Fenerbahçe Stadı gelmez ki? Ondandır ki, bu iki takım da stadlarından uzak kaldıklarında, aradıklarını bulamadılar... Fenerbahçe inşaatlar boyunca, özellikle Maraton tribün yerden yükselirken; Galatasaray Olimpiyat Stadı'nda çile çekerken hep erken koptu yarışlardan... İnönü büyürken Del Bosque'li Beşiktaş küçüldü... Küme düşme hattına indiriverdi büyük takımı stadından uzaklaşması... Arka arkaya bilmem kaç hafta kazanamadı Beşiktaş... Maliyeti de milyon kere milyon Euro oldu tabii...

O yüzden çok önemli Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'ni Ali Sami Yen'de oynaması... Galatasaray'ın kim olduğunu hatırlaması, ve rakiplerine nereye geldiğini hatırlatması için Avrupa maçlarının adresi Mecidiyeköy olmalı...

Kara komedi...

Memleket enteresan... TFF sezon başında liglerin yönetmeliklerini kulüplere yollar ve resmi temsilcilerine imzalatır... Bunları imzalamazsanız, o ligde oynayamazsınız... Ahmet Çakar'ın dediği gibi, bunu okuyup, anlayıp (ki umarım öyledir) imzaladığınız halde hala ısrarla piyasaya çıkıp, ligin üçüncüsü biziz diyorsanız ya zeka olarak gerisiniz, ya da art niyetlisiniz... Bunun gerçekten arası yok... Olmuş bitmiş, hakka hukuka uygun üçüncülük hikayesinde hala çıkıp çırpınanları anlamak gerçekten zor... Şark kurnazlığı dedikleri bu olsa gerek...

Bir de sene başında kaybedilen ama Sivas'a kazandırılan Trabzon üç puanı var mesela... Onda da var mıdır böyle orantısız bir hak arama iddiası?

9 Mayıs 2008 Cuma

Bebbe Gelirse...

Bazı futbolcular vardır, yeteneklidir, bazı özellikleri ile sizi kendilerine hayran bırakırlar... Sevmeyecek olsanız da sevdirir kendisini, çünkü aslolan futboldur... Hagi'yi rakipseniz sevmezsiniz... Nitekim, dirsek atar, faul yapar ama karizmasıyla sizi de hakemi de ezer geçer... Sonra bir maçında formayı görmez Hagi'yi izlersiniz, dersiniz ki keşke Hagi bizde olsa... Her şeyini affedebilirsiniz, çünkü çok özel bir adamdır Hagi...

Şimdi bir de bunun aksi yönde adamlar var... Birinci ve en önemli örnek Serhat Akın... Beşiktaş Kapalısındaki yüzlerin, binlerin aklına kazınan bir sahnedir; Serhat Ali Eren'e vurur, Evren Dölek bayrak kaldırır, Muhittin Boşat'ı çağırır... Heyecanla Serhat'a kırmızı kart beklerken Ali Eren atılır... Maç 3-1 biter, Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'ne, Beşiktaş UEFA'ya gider, Fenerbahçe yanlış hatırlamıyorsam o sene sıfır çeker gelir vs... Serhat Akın o gün o kadar büyük bir acı, o kadar büyük bir hüzün yaratmıştır ki İnönü'de, üzerinde siyah beyaz gördüğünüzde o formadan bile soğutabilir sizi... O yüzden transfer söylentisini duyduğunuzda bile kalbiniz kırılır, Dolmabahçe yürüyüşleriniz, heyecanlarınız gelir önünüze... Lanet okuduğunuzla kalırsınız, hiç bir şey eskisi gibi değildir çünkü... Serhat'ın futbolunu da sevemezsiniz, Sertan Eser'den daha süratli, ya da Sinan Kaloğlu'ndan daha golcü değildir... Garip bir şekilde sevimsizdir zaten...

Bebbe de Serhat örneği gibi Beşiktaşlı için... Bir Mart akşamı İnönü'de on dakikanın üzerinde yerde yatarak bir maçın gidişatına futbolla ilgisi olmayan bir şekilde etki etmiş adamdır Bebbe... Onu siyah-beyaz içinde görmektense, siyah-beyaz'ı bir daha görmeme isteği uyanıverir tribün ahalisinde... Bir tek adam var mıdır acaba, iyi ki düşünülüyor Bebbe diyen? Bu kadar sevimsiz, bu kadar ahlaksız, ve bu kadar yılda et mi balık mı hala anlaşılamamış yeteneksiz bir futbolcunun vizyonsuzluk ve basiretsizlik gösterilerek transfer edilmesi Beşiktaş'a yakışır mı? Bu arada Beşiktaşlı olmak nerede kaldı sayın başkan, sayın yönetim kurulu? Nerede duruşunuz? Yanlış anlamışsınız, maç öncesi meyhane duruşuyla Beşiktaşlı duruşu arasındaki farkı... Göbeği önde sağa sola baygın bakış meyhanede maç öncesi hazırlığındaki taraftarın duruşudur... Yönetim kademesinde, bizlerin Beşiktaşlı olma sebebi duruşu sergilemelisiniz... Yapamayacaksanız, bırakın başkası yapsın... Bırakmayacaksanız, lanet olsun size, alıyorsunuz sevgilimizi elimizden...

6 Mayıs 2008 Salı

Aurelio'yu anlamak...

CM oynamayalı yıllar oldu... Ama CM'nin de bu değişime ayak uydurmuş olduğunu varsayıyorum... 2004'te Yunanistan şampiyon olduğunda, adeta Catenaccio oynayıp kazanmıştı... Chelsea defansif oyunla ve tek forvetle Şampiyonlar Ligi'nde Moskova'yı görmeyi başardı... Manchester United - Barcelona eşleşmesi eskilerin anti-futbol dediği kavramın tam olarak futbolun yeni tanımı olduğunu gösterdi... Galatasaray - Fenerbahçe maçı da nisbeten az pozisyonlu ama olağanüstü tempolu orta saha oyunuyla yeni futbol akımının yerel imzası oldu...

Bu yüzden, mesela Mehmet Topal'ı onlarca defa daha konuşmak lazım belki de... Tabii Mehmet Topal'ı anlatmak için önce Aurelio'yu anlamak lazım... Kendisine kişisel bakışım Ricardinho'yla olan münasebeti nedeniyle olumsuz... Ama futbolcu olarak başından geçenler orta saha oyuncusunun Türkiye'de yaşayabileceklerini anlatabilmek için son derece önemli...

Yıllarca itilip kakıldı Aurelio... Kimse nedir bu adam kestiremedi, sağ kanatta oynadı, forvetin arkasında oynadı, çalım attı, gol attı... Fener'e geldi, doğru işler yaptı, ama yine de şöyle herkesin "Evet, Aurelio" dediği adam olması Daum'un ısrarlarıyla ortaya çıktı... Bunun sebebi memleketimizin halen sağ - sol açıklı, orta sahada yürüyen iki teknik oyunculu ve bir koşan bir beleşçi forvetli yani toplam altı hücümcu barındıran takımı görmedikçe iyi futbol izlemediğine inanmasındandır... Oysa Aurelio bugün herkesin söyledi şeyi yapıyordu, "oyunu iki yönlü oynamak"... İki yıldır tam anlamıyla itibarı iade edildi... Artık kimsenin tartışamayacağı çok önemli bir oyuncu ve tecrübesiyle birlikte iyi bir Appiah da dahil Türkiye'deki her orta sahanın uzak ara ötesinde olduğunu söylemek lazım...

Aurelio gerçek bir orta saha oyuncusu işte... Dünyada bir dönem solakların ön plana çıkması gibi, artık bugünün futbolunu oynayan orta sahalar ön planda işte... Gönül rahatlığıyla orta sahanıza 4 Aurelio koyabilirsiniz, çünkü kanatta oynamanın da ön koşulu Aurelio olmak. Fenerbahçe'nin gerçekten iyi oynadığı maçlarda Deivid'in, hatta Alex'in futbolunu etkileyici kılan şey buydu... Lig maçlarını sık sık faul yapmadan bitiren Deivid, Avrupa Kupası maçlarında müthiş bir motivasyonla kendisinde olmayanı da ortaya koyma çabasına girdiğinden bu kadar etkiliydi... Alex'in bu turnuva boyu ne kadar çok koştuğunu unutmak mümkün mü?

Kısacası, Aurelio'yu anlarsak ve onu doğru kullanırsak iş yaparız Euro 2008'de, aksi takdirde Emre Belözoğlu'yla, Mehmet Topuz'la ne yapsak nafile...

Forza Beşiktaş... Çarşı Çarşı'ya Karşı!!

Ufaktık o zamanlar, yaş 15-16... Şampiyonluklar arası verilen molalar bu kadar uzun değildi... Sahaya baktığımızda gurur duyduğumuz, özendiğimiz adamlar vardı, heyecanlıydık elbette... Sanki tribüne daha çok adam geliyordu, nitekim, koltuksuz günlerdi... Internet de öyle her köşebaşında yoktu, anlatacak derdi olan fanzinlere yazardı, "bağımsız basın" kadar iddiali değildi belki ama, sapına kadar bağımsızdı ortada olanı...

Metal dinleyip, maçtan maça koştuğumuz ilk gençlik günlerimizde elimize aldığımızda heyecan uyandıran bir dergi vardı, tribünde de adı dilden dile, kendisi elden ele dolaşan... Forza Beşiktaş... 18 penaltıya bir şampiyonluk günleri tabii, tribünde küfür de serbest olduğundan basına giydirmek moda... Forza'da da habire basına giydiren abiler... 16 yaşındayız ama Çarşı o günlerde bugünlerdeki Çarşı değil... Açık tribünde maçtan yedi saat önce stada giren genç çocuklar için maçtan iki saat önce kapalı'nın arkasında deli gibi bağırıp, gürültü çıkaran, maçtan önce tezahüratlarımıza sadece alkışlarla eşlik eden, maç başlayınca gök gürültüsü misali yağan bir acaip organizma... O zaman kutu denen şey bile yok, çünkü Kapalı'da loca da yok! Çarşı maç içinde bağırır, maç sonunda da adam kovalar; kan vermekti, nükleer'di, eto'o'ydu umurunda değil Çarşı'nın...

Biz de Çarşı'yla Forza Beşiktaş'la tanıştık işte... Sonra sonra elimize her geçen üç kuruşu kapalı'ya vermeye başladık... Yavaş yavaş Çarşı'nın içinin aslında zannedildiği gibi bir kara delik olmadığını gördük... Alkol kokusuna alıştık, meşaleler yaktık... Aradan oniki sene geçti, biz de değiştik, Çarşı da... Artık adam kovalanmaz olunca, Kapalı'ya abonelik alınca, Çarşı içinde içip, Çarşı içinde nefes alınca biz de kendimizi Çarşı sandık...

Velhasıl kelam, kulüp 105'e, Çarşı 26'ya, bu fakir de 27'ye dayadı yaşını... Ve 90 yıl yaşamadığı kepazelikleri paranın hükmüyle yaşadı bu camia... Onaltı yaşında çocuk halimle, maçtan önce bile bağırmayıp, canını dişine takan adamların gün gelip bu kulübü arkadan bıçaklayacaklarını duysam, muhakkak sinirlenir, tersler, tersine çevirmeye çalışırdım fikirleri... Yirmiyedimde, yazık ki dibinden, içinden, ses çıkarmaya korkar şekilde izliyorum olanları... Bugünün mafyacı, paracı zihniyetine eyvallah diyenler, utanmadan Semtlilikten, Stadın bekaasından bahsedince dellenmekten kendimi alamıyorum... Lanet okuyorum her birine... Öyle bir şey ki bu, korkudan o efsane fanzinin adını koydukları siteyi kapattırdı... Bütün basın tıraş Forza Beşiktaş diye bağırdığımız günler bitti de, bugünlere geliverdik sonunda...

Ey orkestra şefi, sen sırtını bunlara dayadıkça, ne semt kalacak elinde, ne de stad... On seneye karşı yakanın betonarmesine benzer tribünlerde beni çocuğumla otururken, bir garip hüzünle görürsün belki ama, senin o üç-beş kağıt parçasına sattığın delikanlı heyecanların olmayınca bu tribün aynı olmayacak elbet, bilesin bunu... Yazık ettiniz semte de, kulübe de... Şaşırtın beni artık, şaşırtın da yeniden başlasın, doldursun bu heyecan Kasımpaşa'yı da, Olimpiyat'ı da... Yoksa gitti gider, bu iş burada biter...

5 Mayıs 2008 Pazartesi

20 sene sonra...

Aradan o kadar zaman geçmiş ama zihniyet hiç değişmemiş... Sheva başlığı geçen yıldan... Metin Akçevre'li başlık ise neredeyse 20 yıllık... Bugün ne haber yapsak acaba??

21 Yılda Beş Final...

Çarşamba günü kupa sahibini bulacak... Fenerbahçe'ye ter döktürdüyse de, Manisa kaybedince rahatlayan Gençlerbirliği 7 yıl sonra yeniden kupa istiyor... Üç yıl önce iki defa üst üste finalde Trabzonspor'a kaybetmişlerdi... Üstelik yedi gol yiyip, fırtına sezonlarında sadece bir gol atabildiler... İlginç olan tarihinde beşinci finale çıkan takımda başkanın hiç değişmemiş olması... Acaba teknik direktör istikrarını da yakalasalardı, dün küme düşmemeye oynarlar mıydı? Sorulması gereken soru bu...

Kayserispor bambaşka... Geçen yıl eski Kayserispor, yeni Erciyesspor İkinci Lig'e koşarken finali oynadı... Hak ettiği halde, Beşiktaş'a kaybetti... Kayserispor kağıt üstünde maçın kesin favorisi... Rakiplerini darmadağın ederek finale kadar geldiler... Mehmet Topuz Tuncay Şanlı'nın, ya da İlhan Mansız'ın inanılmaz patlamalı oyunlarını bir üst seviyede oynayabilecek kadar güçlü bir oyuncu olduğunu ispatladı... Bu maçı da kopara kopara alabilir elbette...

Galatasaray rövanşındaki Gençlerbirliği ile Beşiktaş'ı dağıtan agresif Kayserispor'u izlersek, son yılların en güzel Finalini izleme şansı yakalayabiliriz... Akıllı ve ısıran futboluyla Gençlerbirliği belli etmese de benim favorim...

Beşiktaş'a dönerim...

Dönem dönem internette de dolaşır, "Anlamsız sorulara anlamsız cevaplar..." Modası geçtiyse de Akşam da kullanıp, sönen futbol gündeminde cilalamaya çalışmış bir şeyleri...

Berfu Haşıoğlu: Bir teklif gelse gider misin Beşiktaş’a?
Tümer Metin: (iki saniyelik bir sessizlik) giderim... yani giderim. benim kırgınlığım yok, giderim...

Galatasaray Şampi...

Türk basınının en sevdiği başlık... Evet, Galatasaray şampiyon gibi... Peki neden? Fenerbahçe maçından hemen önce yazmıştım aşağıdakileri ekşi sözlük'te, haklı çıkmak hep güzel...

'Bu kadar problem yaşayan oyuncuyla, teknik direktörsüz, allahlık vaziyetteki Galatasaray öyle veya böyle ligin finaline kadar uzattı boyunu... Bunu iki şeye bağlamak mümkün... Birincisi, futbolcuların ruhuna işlemiş muazzam winner (kazanma) kültürüne sadık kalarak önemli bir iş yaptılar... Hala takımın kadrosunda Hakan Şükür'lerin, Okan Buruk'ların, Hasan Şaş'ların varolmasının sebebi bu bence...

Her şeyin ötesinde, kaybettikleri maçtan sonra da, kazandıkları maçtan sonra da Galatasaraylı futbolcuları mütevazı ve aklı başında yorumlarıyla takdir ediyorum... Dünya görüşünü paylaşmadığım Hakan Şükür bile, neden buralara geldiğini ortaya koyar şekilde adam akıllı konuşabiliyor... Ne yapıp ne yapamayacağının farkında, ve o yüzden kendi kendini yedek soyundurmaktan gocunmuyor... Ezeli rekabette maddi anlamda Fenerbahçe'nin arkasında kalmak onları manevi olarak daha da güçlendirmiş...

Netice itibariyle, şu en kötü senesinde bile şampiyonluğu sonuna kadar kovalayan Galatasaraylı futbolcuları tebrik ediyorum... Bu sene, paralarını alamadıkları senenin de ötesinde daha güçlü bir Beşiktaş'la, çıkış yapan Anadolu takımı Sivas'la, ve olgunlaşan Fenerbahçe'yle olağanüstü bir mücadele verdiler ve yarışın sonuna kadar geldiler... Kazanan olmaya alışmış bu ekibe ligin süpürgesi Fenerbahçe karşısında da şans dileyelim, çünkü süpürge bu sene önüne geleni fena süpürdü...'

Mancini'nin yenilgisi...

Hiç sevemedim Mancini'yi... Lazio ile iki Beşiktaş eşleşmesinde de, en çok Mancini'den nefret ettiğim için kazanmak istedim... Son dakikada Prag karşısında attıkları kazıkla da katmerlendi duygularım...

Milan kazanırken pek görünmedi Mancini... Her göründüğünde mutsuz ve huzursuzdu... Golden sonra bile, Batı filmlerindeki kötü şövalyeleri andıran görüntüsünden eser yoktu. Acaba hiç sevmediğim Roma mı, yoksa bu ego patlaması yaşayan antipati şampiyonu mu gülsün yarışın sonunda? Hala kararsızım...

4 Mayıs 2008 Pazar

Çocukluğa ve gençliğe veda...

BJK inönü stadı'nın 61 yıllık tarihinin son maçına çıkılıyor bu hafta...

İnönü denince aklıma ilk önce en duygu yüklü anlarım geliyor elbette... Sergen'in, Feyyaz'ın, Şifo'nun, Metin'in ayağından gelen şampiyonluklara şahadetim... Çocukluğumdan bugüne hiç değişmeyen; Gümüşsuyu'na çıkan yokuştan heyecanla Kapalı'ya bakışım ve deli gibi çarpan kalbim... Devre arasında, ikinci yarının arefesinde "Lazio değil Partizan çıksın çeyrek finalde" dediğimiz, sonrasında 3 kez tıkanıp, Carew'in dünya futbol sahnesine çıkışıyla binlerce adamı göz yaşına boğmuş Valerenga maçının hüznü... Unutulamaz Barcelona, Psg, Liverpool maçları... Ajax'ın efsane kadrosunun ve Beşiktaş tribününün müthiş şovu... Süleyman Seba'nın Ali Şen küfürlerini durdurmak için, gelip tam da Kapalı'nın göbeğine oturduğu, uslu durduğumuz maçlar... Auxerre maçı, Rosenborg maçı... İstanbulspor tribününden seyrettiğim, 90+4 arif erdem penaltısı... Dangur dungur giden Amokachi, İlhan Mansız... Carew'in bu sefer siyah beyazlarla imzaladığı Fenerbahçe ve Ankaragücü maçları... İlhan Mansız'la ilk tanışmamız, Samsunspor forması ve 40 metreden attığı "kim bu çocuk" dedirten inanışmaz şut... Fransa'ya 4-0 kaybedişimiz, o efsane kadro... Şifo'nun jübilesi... İsviçre maçında recep'in attığı gol... 8 yıldır sol kanada bağırışlarımız çağırışlarımız, yeni stadda onun olmayacağı ümidi... Münch'ün, Walsh'un, Rıza'nın muz ortaları... Çocukluğum, ilk gençliğim, gençliğim... umutlarım, gözyaşlarım, mutluluklarım, heyecanlarım... Hepsi burada gömülü şu anda... Sabah 8'de stadın önünde soluk almak, akşam'ın 12'sinde heyecan içinde stadı başımız dik, ya da boynumuz bükük terk edişimiz...

Şu allahın belası haftada, herkesin ununu eleyip, eleğini astığı, stadları trafikten kaçmak için erken terk ettiği haftada, heyecanla, dolu gözlerle İnönü özlemimiz... Neden sevdiğimi anlatmak çok mu zor acaba... İşte hepsini gömüyoruz belki de... Belki de bir daha çıkaramamacasına... Neden sabah 8'de gideyim ki, 120 kapılı 40000 kişilik stada? Belki içerisinde Starbucks bile olur, üşüyünce, gider sıcak caramel macchiato'mu alır, öyle dönerim tribünüme... Yine çok severim, o da kesin... Ama gömüyoruz o anıları bu tribüne bu hafta... Gelmeyen Manisalı olsun!!!